30 Ağustos 2009 Pazar

İTİKAT

Zihnimin münevver coğrafyasını arşınlarken bedbaht ettiğim onlarca şarkı buldum derinlerimde; zamanında, bulduğum her kulağa fısıldadığım, girdiğim her boş odanın yankısında terennüm ettiğim bir dizi şarkı... Bir zamanlar meylettiğim, şimdi güftesini dahi anımsamakta zorlandığım, kahrımı az çekmemiş, kadrimi bilmiş eski gönüldaşlarım. Zaten oldum olası kime versem gönlümü, neyi sığdıramasam yüreğime, bir keşmekeşin içine sürükledim onu çarnaçar, cürmümü inkar edemem. Lakin arsız tabiatım, mıh gibi çıkmak bilmez ekseriya girdiği yerden!


Tepemizde süzülen ay dede, bacaklarımızı yalayan rüzgar, aşkımızı okşayan rayihalar, sadece bize münhasır hasbihallerimiz terketti bizi ilk damlasında gün ışığının. Su görmüş kuduz, tuz yemiş hücreler gibi bulduğu ilk çatlaktan sızıp gitmiş pirüpak tarihimiz. Bilirim ki sebatkarsındır, benim gibi mütereddit değilsindir; hiç olmadın, sanırım hiç de olmayacaksın. Ama bil ki değiştim, içimin haris silüeti yerle yeksan artık, çehreme de sirayet etti bu mucize.


Entipüften şeylere sahip, ziyadesiyle müreffeh insanlar tanıdım. Hiçbiri ilgimi celbetmedi, öykünmedim de zerresine. Kimsenin dostuyla, kimsenin sevgilisiyle alakadar olmadım; sağım, solum, arkamdan değil, önümden emir aldım her daim. Kafamı çevirmeye tenezzül etmedim hiçbir zaman. Sahip olmadıklarımdan değil, sahip olduklarımdan yana durdum ekseriya. Bir değirmi tepside önüme sürülen onlarca fırsatı, aşkı, dostluğu düşünmeden geri çevirdim, müteessir de olmadım bundan ötürü. Kendimden başka kimsenin boyunduruğu altında yaşamadım. Kendimden başka kimseye de ikrar vermedim herhangi bir mevzuda. Mamafih, son dönemde farklı kaoslar sökün etti hayatımda. Her ne kadar yüzlerce menfi bahsi onlarca müspet mevzuya çevirebildiysem de, bocalamadım değil bazı dönemeçlerde. Ferasetten uzak, lakayıt bir ummanda boğulmamaya çaba sarf etsem de, günlerce yüzsem varamam vehmettiğim ana karamın gözükmez oluşu bile beni bedbinliğe itmedi. Her daim muhafaza ettiğim serkeşliğime binaen, yüzmekten hiç vazgeçmedim. Ama kim bilir belki de sırf bu sayede, içinden çıkamadığım bu deryada tevekkül etmeyi öğrendim. İçimde aniden tezahür eden bu yeni huyun, beni daha müşfik ve münevver kıldığına mutmain oldum. Bir nevi teslimiyet olarak da şerh edilebilecek bu yeni dürtüm, bana günbegün yeni diyarlar muştuladı. Henüz gidip yerleşmesem de, bir gün alıp başımı gidebilme ihtimalimi bahşetti bana son tahlilde. 


İçimde olup biten her türlü kaosta tek müsebbip kendim olayım isterim. Zaman zaman iç seslerim derinlerimde vaveyla koparsa bile, hangisine neyi salık vereceğimi kendim tayin edebilirim. İçimdeki onlarca renk, yüzlerce desen, muhayyilemin ürünü envaitürlü mahlukata rağmen, doğuştan mücerret bir taş gibi yatan asıl varlığımı, ezeli benliğimi kolayca tanıyabilirim. 


Bildiğim her şey, ayaklarımın altında taştır, bilmediğim her şey gökyüzünde akar.

EMİR

Hayatta çok şeye sevinin, çok az şeye üzülün! Hakkını verin ama üzüldüğünüz şeyin! Gerekiyorsa üzüntüden ölün! Hayatta sizi üzüntüden öldürebilecek şeyleriniz olsun! Tek bir tanrıya inanıyor olsanız dahi, korkmayın, birkaç tanrı daha ekleyin hayatınıza. Bazı köşeleri tutsunlar, belki birer heykel koyun, belki birkaç ağaç dikin; yeter ki tutsun, tanımlasın bazı köşeleri...  Korkmayın kızmaz size gökkubbe! Taş yağdırmaz tepenizden aşağı, yağ gibi akmaya devam eder üstümüzde! Sandığın kadar umrunda değilsin bu eşsiz kainatın, ne yaptığın, ne ettiğin umrunda değil Tanrı'nın. Sen hayatındaki köşelerden sorumlusun, Tanrı köşelerinin oluşturduğu geometrinden. 


Arayüzlerimiz var; yaprak yaprak, çarşaf çarşaf... Kestiğimiz yeri kansız kılan yanlarımız, üstüne yatmakta bir beis görmediğimiz utanmaz kimyalarımız... Ardında bıraktığı her güne şükredenlerin meşum gözleri, özlediği her şeyin yüzüne yarını geçiren yastıkçıların kara elleri...


Yalnızlığı sevdiğini söyleyenlere üzülün! Acıyın onlara hatta! Havasız kaldıkları sandıkların kapaklarını kaldırın, asmaya üşendikleri perdeleri çıkıp bir sandalyeye asın! 


Aşka vakti olmadığını söyleyenlere üzülün! Onlar için üzüntünüzden ölün! Bir uçurum bulup, itin onları aşağıya. Kaşları, gözleri açılsın! Kana doyun, doyana kadar kanatın!


Bir kolunu kaybedenlere üzülün! İki kolluk sevgi bekleyen tek kola acıyın! İçinizi dağlayın, yüreğinizi yakıp, ateşe verin! Berikinin yokluğundan, ötekinin varlığından utanın! 


Nerde bir şarkı söyleyen var ona öykünün! Kıskançlıktan içiniz kuruyup kızgın çöle dönsün! Kim ki bir yankının içine terennüm eder, sizden katbekat üstündür! 





12 Temmuz 2009 Pazar

Yalnızlık

Yalnızca şarkılar susmasın bu gece. Bizim yetinemediklerimizi, bizim hakaretlerimizi onlar dillendirsin. Söylenmeyen, söylenemeyen, yürekli yüreksiz, yerli yersiz her şeyi söylesin bu gece şarkılarım! Birer birer vursun yüzüne sevgilinin kusurlarını, pişmanlıklarımı, kusurlarımızı. 


Yalnızlığı anlatmaya çalışan bir hikayenin devamı olamaz! Tek başına bir hikaye bu; devamını beklemeyin. Bakmayın içinde barındırdığı binlerce harfe, yüzlerce kelime, onlarca cümleye... Yapayalnız bir hikaye bu. Size yapayalnız bir hikaye anlatacağım! Yalnızlık mı istiyorsunuz? Yalnızlık anlatılsın, perdeler açılsın ve Yalnızlık yaşansın!


Yalnız bir mart ayının yapayalnız bir cuma gecesinde bir başına doğar Yalnızlık. Anası daha doğurur doğurmaz yumar gözlerini bu dünyaya, bir an önce tanışsın diye kendisiyle Yalnızlık! Daha ilk çığlığında tatsın bu duyguyu ki, son çığlığı olmasın yalnızlık Yalnızlık'ın. Çoğul görünen her şey tekil, süslü gözüken her şey sade, gerçek görünen her şey zahiri, var gözüken her şey yok gözüksün diye doğuştan gözlerine perde indirip yaratmış yaratan Yalnızlık'ı. Ama bir yerden kısan yüce Allah bir yerden açmış kapılarını Yalnızlık'a. Sonsuz bir ömür vermiş ona; ebediyete kadar sürecek, Adem’den başlayıp mahşere kadar sürecek dolu dolu bir yaşam yazmış Yalnızlık'ın pek de görünmeyen, daha doğuştan kıllı, doğuştan tümsek alnının orta yerine. Sevinçten havalara uçmuş Yalnızlık, başına talih kuşu konmuş! Ama hiç fark etmezmiş ki zaten bu özelliği sebebiyle almış eşsiz adını!


Önceleri zorlanmış Yalnızlık, ne de olsa anasız babasız gelmiş bu dünyaya. Daha hamileyken kocasını kaybeden yalnızlığın anası da verince son nefesini doğumda, biraz bocalamış Yalnızlık ilk günlerinde dünyadaki. Bir süre ne boyu uzamış ne kilo almış. Düzgün beslenemediğinden, türlü türlü hastalıklara yakalanmış, dünyaya geldiği ilk günlerinde. Ama hiç korkmamış, ne de olsa baştan anlaşıp gelmiş dünyaya; adına karşılık kazandığı sonsuz bir ömre güvenip, dindirmiş tüm korkularını! Derken keşfetmiş beslenebildiği tek şeyin kendisi olduğunu! Haşmetine haşmet ekleyen, yaşına yaş, gücüne güç katan, etine et boyuna boy, postuna post ekleyen şeyin kendisi olduğunu, içine döndükçe büyüdüğünü, kendini sevdikçe devleştiğini çok sonraları öğrenmiş. Özgürmüş, yalın ve yalnız ya, kimseyle işi olmazmış; zaten nicedir fark ettiğinden beri kendini kendinin büyüttüğünü, ilgilenmez olmuş cümle mahlukatla! Dünya kazan Yalnızlık kepçe dolaşmaya başlamış bu sarıp sarmaladığı gezegeni! 


Bin bir yaratılmış görmüş gittiği yerlerde, bin bir türlü eşsiz mahlukat! Hiçbirine dönüp bir kez bile bakmamış! Yaptığı tek şey kendini sevmekmiş. Kendi gibi ölümsüz, ömürsüz başka bir canlı göremedikçe de daha bir sevmiş kendini. Katmerleşmiş sevgisi günbegün! Büyümüş, pencerelere sığmaz, tencerelerde pişmez, kucağa alınmaz, taşınmaz, taşınamaz olmuş. Sonsuzluğu düşünmüş ve sonsuzluğun ötesini. Gördükçe ölümü dünyada, tanık olunca her şeyin bir sonu olduğuna, acaba mı diye düşünmeye başlamış sonsuzluğun sonunu. Derken bir korku sarmış Yalnızlık'ı; ebediyetinden şüphe eder olmuş ve derhal karar vermiş döllenmeye, çoğalmaya ve sonsuzluğun ötesinde de varlığını sürdürmeye! Lakin mümkün değilmiş çoğalması, kısır yaratmış Yaradan Yalnızlık'ı bölünemesin diye, birken iki olamasın, tekilken çoğul duramasın diye! 


Bir gün bir gece geçmiş, derken bir başka gün bir başka gece daha. Bir ay, bir yıl daha geçmiş, derken bir başka ay, bir başka yıl daha. Katmerleşedursun yalnızlığın kendine olan aşkı, salınan köklerden büyümeye başlamış sonsuzluk ötesinin korkusu! Yaradan, her şeyi vermiş de korkulardan arındırmamış Yalnızlık'ı bir tek! Hatta sanki mevcudiyetinin en önemli parçasıymışçasına yerleştirmiş korkuyu Yalnızlık'ın alnının tümsek, kıllı çatısına. Yolculuğuna devam eden Yalnızlık'ı büyük bir sürpriz bekler Çek Cumhuriyeti ile Polonya sınırındaki Tetra Dağları’nın eteklerinde. Koku almayan bir ağacın altında usulca uyuyan bir kokarcanın güzelliği karşısında mest olur Yalnızlık! Aşık olur kokarcanın duruşuna, doğuşuna, varlığına! Unuttuğu ilk andır kendini ve başlar başkalaşmaya. Pusuya yatar ve başlar izlemeye uyuyan güzeli. O kadar kendine has o kadar şahsına münhasır uyur ki korkarca, dayanamaz Yalnızlık ve gider öper alnının çatısından! Ve işte böyle tanışır kokarca Yalnızlıkla! Bugüne kadar inanmadığı tek şey aşk, çalmıştır çoktan kapısını ve kaybeder kendini Yalnızlık'ın yabancı lügatinde. 


Hangisini daha çok ister Yalnızlık; sonsuz bir ömrümü, aşkı mı? Aşka inanmayan Yalnızlık, nasıl seçsin aşkı? Aşka eğimli olmayan alnının çatısı, nasıl oluştursun mahyayı? Düşünmüş Yalnızlık, bir de taşınmış! Ve karar vermiş ki ebediyet hürriyet, aşksa esaret! Derken bir iyilik yapmış Yaradan ve bir şişe şarap tutuşturmuş Yalnızlık'ın eline ve "Seç!" demiş bir şarkı. Tek bir şarkı. Başlamış yalnızlık terennüme! 


Caught a lite sneeze 

caught a lite breeze

Caught a lightweight lightingseed

Boys on my left side

Boys on my right side

Boys in the middle

And you're not here 

I need a big loan

From the girl zone


Hemen aşka gelmiş Yalnızlık ve aşk demiş bir şişe şarabın ardından! Derken alıvermiş elinden Yaradan en önemli varlığı sonsuzluğunu. Sonsuzluğu sonu olmuş Yalnızlık'ın aşkla! Dünyası başına geçmiş, eskisi yeni, düzü eğri, renklisi siyah beyaz, küçüğü büyük, irisi ufak, sıfatı zamir, hakkı rahmet, varlığı yoksunluk, duyduğu işitmediği, sevdiği sevmediği, dostu düşman, düşmanı dost olmuş Yalnızlık'ın! Açtığı koynuna kuş konmuş Yalnızlık'ın! 


Adında, tadında kalmış Yalnızlık. Doğru gelmiş, doğru büyümüş, doğruymuş Yalnızlık.


Anasının duası tutar, ilk çığlığı ilk çığlıktır, son çığlığı başka!


5pi

‘Ne zaman yaptıklarımı yapamadıklarıma bölsem, basit bir kesirle kalıyorum elimde hep ve çok sıkıldım bundan. Ben artık, bir tam bir bölü bilmem kaç olmak, birini yamacıma alıvermek istiyorum’ cümlesiyle anlatmaya çalışadursun Pi derdini Beş’e, kimsenin bilmediği bir yerde, kimsenin bilmediği bir zamanda, Pi’nin yalnızlığına çözüm bulmaya çalışan bir matematikçi intihar yollarını gözden geçiriyordu, ufak, tek göz evinde. Tencerede dünden kalan biraz pilav var, ortalık dağınık, ses yok, sessizlik var; yalnızca rakamların ve sayıların duyabildiği bir sessizlik. Yerler tahta, tavan tahta, duvarlar tahta! Tezgah tahta, raflar tahta, tencerenin içindeki kaşık tahta! Tahtalar en küçük kümede bu kulübeye ait, en büyük kümede Fin ormanlarına, daha da büyük kümelerde iğne yapraklı ağaçlara, ondan da büyük kümelerde bitkiler gurubuna dahil! Familyaları, takımları var. En özeli, en cinsi, hepsinin var bir aidiyeti!


Tüm gücüyle dinlemeye devam ededursun Beş Pi’yi, en fazla beş dakika sonra sıfırlanıyor yaşadıkları ebediyet! En fazla beş dakika dinleyebilir Beş, haftada beş kez! Peş peşe en fazla beş kez anlatabilir derdini Pi Beş’e. Beş kez anlatılanların ya beşini de severek dinleyebilir ya da beş seferin beşinde de sıkılabilir. Mecburen beş kez cevap verebilir. İstediği kadar çok şey bilsin Pi, Beş’e ancak beşe kadar anlatabilir. 


Sınırlı, kısıtlı, zor bir hayattır Beş’in hayatı. Arasız, aralıksız, sistematik ve düzenli! Akşamları çalışmaya alışkın vücudunun tek dostu gündür. Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte dinlenmeye bırakır Beş’in vücudu kendini. Islak pamuktan güzel bir yatak buluverir beş tane fasulyenin yanı başında , ıslak pamuktan bir yorgan geçirir üstüne ve dinlendirir kemiklerini, ta ki gün batana, çalışma vakti gelene kadar. Sonra başlar sevimsiz rutin; toplan, eksil, bölün, çarpıl; bir koşturmaca oradan oraya! En yakın arkadaşı Pi’nin çalışma saatlerinin azlığını, eksikliğini ve tanımlılığını kıskanadursun Beş, kendinden büyüktür Pi’nin derdi. Tektir şu dünyada, tektir de teklik değildir ona koyan. Belini asıl büken aitlik hissinden mahrumluğudur. Ne bir sayıdır ne rakam! Ne canından çok sevdiği arkadaşı Beş gibi tektir ne asal! Ne amcası vardır ne dayısı ne de iki katının üç katının bir anlamı, bir karşılığı! Öyle çok içini yakar ki bu yoksunluk Pi’nin, göremez olur artık özelliğini, önemini. Sıradan, doğal olmak ister. Kafasını sokacağı bir başlık, adının sonuna ekleyeceği güzel bir soyadı ister. Okulda ne zaman bir form doldurmak zorunda kalsalar Beş’le birlikte, ezilir, büzülür yerden yere atar kendini yüreği. Kalemini açıp açıp kodlayadursun Beş süslü adını soyadını, Pi iki yuvarlak işaretlemekle yetinir; bir P, bir İ. Ne olurdu onun da havalı bir soyadı olsaydı sanki! Beş: Tek Basamaklı Asal Sayı ve Pi’nin arkadaşlığının en hüzünlü vadisidir bu soyadı meselesi. Ne zaman bu yükün altına girse Pi, göremez olur hiç kimsenin sahip olmadığı özelliklerini; çok türlü ifade edilebilirliğini, anlamını, estetiğini. Sorgulayamaz olur üç harften oluşan Beş’in kendi içindeki çelişkileri. Kıskançlık öyle büyük bir illettir ki, girdiği yerde kendinden başka kimseye yer bırakmaz! Biri diğerinin aidiyetini, biri diğerinin şanını kıskanadursun ikisinin de yoksun olduğu tek şeyin kimse farkında değildir.

10 Temmuz 2009 Cuma

Yazma Üzerine

Neden yazdığım konusunda vahim kaygılarım var. Nerede başlayıp nerede bittiğini göremediğiniz  bir kalın halatın orta yerinden tutmak gibi yazma; hangi yöne gideceğinizi dahi kestiremediğiniz bir umman. İçinizden peyda olduğu, sizden yola çıktığı aşikar. Daha güvenilir olduğu güdüsüyle kendinize doğru ilerlediğiniz anda, bütün kusurlarınızı heyula bir dağ gibi karşınıza çıkaran bir derya. Ayna önünde metal çubuğa tutunmuş bir balerin gibi, ekseriyetle nazik adımlarla ilerlemek lazım gelir o yönde. Önünüzde uzanan, emrinize bahşedilmiş bir yaprağın geometrisine inat, bir Düzlem değil, bir Doğru'dur yazma. İçinizden akan tüm noktaları birleştiren, kuzeyi ya da güneyi olmayan, sadece bir batıya bir doğuya sahip, iki yönlü bir Doğru yazma. İster batıya dön yüzünü, ister doğuya; elinde bir pusulasız kalın halat, bir uçtan bir uca seni dolaşan bir Doğru yazma. 


Geleceğe merakım olmadı hiç, yarından ziyade dünle alakadar oldum hep. Bu yüzden falıma hiç baktırmadım, hatta kim bilir, bugüne değin kahve hiç içmeyişimin sebebi de budur belki! Tek derdim kendimle; dünde var olduğuma eminim, yarın ise karanlık bir oda, belki de içinde bulunmadığım bir heyula boşluk. Manidar değil yüzümü yarına dönmek, aradığım her şey kendi içimde, dünde. Yazmak, elinde bir kalın halat... İlgimi çekmeyince bugünün ötesi, çarnaçar düne dönüyorum, kendi içime. İşte bu yüzden bir balerin kadar hafif ve nazikçe basmalıyım yere, bir hamaset destanı yazabilmek için kendi içimde.


Halata tutunarak kendime yaklaştığım en yakın nokta, yazmaya dair hatırladığım en eski hatıram Şiir, zamanla iştiyakımın tavsadığı bir huy. Dokuz yaşımdaydım, ilkokul üçüncü sınıfa gittiğimi anımsıyorum. Okulumun bulunduğu caddenin hemen karşı yakasında oturduğumuz evden, okuluma yine yakın sayılabilecek, on dakika yürüme mesafesinde bulunan bir başka eve taşınmıştık. Sıcak bir günde okula doğru yürüyorum, öğlenci olduğum bir sömestir, saat takriben on ikiye geliyor olmalı. Yere bakarak yürüyorum o yıllarda, nedendir bilinmez! Kaldırımla, yolun birleştiği yerde, yine aynı kaldırım taşının malzemesinden, ancak başka profilde yapılmış bir oluk, su deresi var; yağmur sularını toplayıp, kanalizasyona bağlaması beklenen bir uzun yatak. Hava güneşli mi güneşli! Muhtemelen bir esnafın, dükkanının önünü serinletmek amacıyla döktüğü su, güle oynaya beni takip ediyor okul yolumda. Kendi kendime bir oyun icat etmişim, suyun bana olan bağıl hızını sıfıra eşitleme çabamdayım. Eğimin arttığı yerlerde hız kazanmaya başlayan suya yetişmek için, ben de ivmemi artırıyorum. Bazen bir ahşap çubuğa takılıyor; önüne set çekmiş bu ahşap çubuğu, kendi ekseninde yavaş yavaş döndürerek yoluna devam etmeye çalıştığı sırada, ben de durup bekliyorum, aynı anda ilerleyelim diye. Bu müşfik halime rağmen, beni beklemeden coşup aktığı dakikalarda yüzümde bir infial beliriveriyor çarnaçar. Mamafih, öyle sevimli dans ediyor ki, kızamıyorum ona. Gözüm biraz ileride, az sonra yol arkadaşımı yutup, benden alacak o meşum ızgaraya takılıp kalıyor. Aymaz bir halde oyuna devam eden yoldaşımın makus sonunu değiştirmek için elem içinde tefekküre dalıyorum. Çocuk aklıma hiçbir şey gelmez oluyor, en ilkel içgüdülerimle ayağımı set çekiveriyorum çaresizce kadim dostumun önüne. Bez ayakkabımın içindeki minik ayağım, emsalsiz bir sevişmeye tutuşuyor dost kervanında. Yine de engel olamıyorum beni terketmesine, arkasından baktığım ızgara yüreğimi dağlıyor. Daha tenimde hissediyorken ıslaklığını, onun kendini başka bir diyara teslim etmekte bir beis görmemesi, haksızlık gibi geliyor. Çaresizce yoluma devam ediyorum, bir yanım eksik.


Okula varır varmaz yazmaya başlıyorum, daha sonra sık sık gerçekleştireceğim bu eylemi, hayatımda ilk kez yapıyorum o gün. "İşte Yaşam" adlı bir şiir yazdığım ilk şey. "Bir su; akar, akar akar..." diye başlayan, acısı hala yüreğimde nakış dostumu anlattığım bir şiir. Her şeyin bir sonu olduğunu vurgulayan, suyun akışıyla insan yaşamının benzerliklerine dikkat çeken, ikisinin de engel tanımaz hayatlarının toprağın altında bittiğini anlatan, topraktaki böceklerin çürümüş ete saldırışlarını betimleyen, karamsar mı karamsar bir şiir. Dokuz yaşımda, neden ve nasıl yazdığımı çözemediğim bir şiir! O günden sonra hatırladığım ilk şey, öğretmenimin elinde güzel bir defterle evimize geldiği ve anneme her gün o deftere bir şeyler yazmamı tembihlediği. İlk sayfasına "İşte Yaşam" adlı şiirimi özenle temize çektiğim o deftere, daha sonraki ilk yazıyı üç sene sonra yazmış olmam düşündürücü değil mi?


Akıl baliğ olur olmaz bıraktım şiir yazmayı. Şiir'in canlandırdığı kelimeleri nesirde daha çok sevmeye başladım. Daha özgür kıldı beni nesir, söyleyeceklerim, anlatacaklarım sığmadı şiire. Her türlü özgürlüğe düşkündüm yazma konusunda. Yazmam söylendikçe, yazmam beklendikçe yazmadım. Öğretmenlerimin katılmam için ısrar ettiği yarışmaların ne konularına sadık kaldım, ne de sayfa sınırlarının içine sığdım. Hiçbirini istenilen sürede vermedim. Sadece canım istedikçe, canımın istediği şeyi, canımın istediği zaman yazdım, kendimden başka kimsenin boyunduruğu altına girmedim, bu minval üzere yazdım. Keyfekeder olduğunu vehmettiğim yazma itkim, zamanla tahayyül dahi edemeyeceğim bir dünyaya pencere oldu. 


Zannedilenin aksine, bildiklerimi yazmadım. Yazma, kendimi tanıma yolumda en elzem ihtiyacım oldu. Yazdıkça öğrendim, yaza yaza anladım ne demek istediğimi. Bir şeyler anlatmak için değil, bir şeyler öğrenmek için yazdım. Hayatımdaki ilişkileri yazarken kurdum, tüm taşları yazarak yerine oturttum. Bu yüzden hiçbir zaman meslek edinmedim yazma işini, kendime sakladım. Yazmaya, paradan daha çok ihtiyaç duydum. Mahrem buldum yazmayı, yatak odası belledim, ifşa edemedim bir türlü. İçine girip uyuduğum halini, değişmedim hiçbir albenili haline. Mamafih, doğurmak gibi gördüm kitap yazmayı, hep ürktüm sorumluluğundan. Nasıl ki kaçtım köşe bucak çoluk çocuktan, öyle uzaklaştım kitap yazma fikrinden. Yarın öbür gün, önüme bir delil olarak çıkarılmasından korktum; adımın önüne koydurabileceğim renkli sıfatları, yazma dünyasında bir meczup gibi avare dolanmaya yeğ tutmadım hiçbir zaman. Zaman zaman hamile kalmadım değil; zihnimde uçuşan hikayeler, merak ettiğim paralel evrenler, ırzıma geçmedi değil. Ne zaman aşka gelsem, cümrü meşhut halde yakalamadım değil kendimi. Zaten hiçbir zaman dokuz ay sabırla yatıp, doğum gününü bekleyecek disipline sahip olamadım, mamafih sayısız düşük yaptım. Hayatımda yazdığım ilk gün üstüme yapışıp kalan bu alışkanlık - sadece canı yanınca, bir şeyler öğrenmesi gerekince veya bir şeyleri merak edince yazma durumu - beni doğuştan kısır kılıyordu. Yazma, kendi falıma bakmaktan başka bir şey değildi. 


Nasıl şerh etmek gerektiğini bilmediğim bir rüyayı yıllardır, biteviye görür dururum. Kadrajımda kaldırımla yolun birleştiği yer var sadece, bir yatay çizgi. Boylu boyunca takip ediyorum bu ufku, bir sürü madeni para var hat boyunca. Toplaya toplaya ilerliyorum çakıl taşlarının arasından, böyle bir mebzuliyet görülmüş şey değil! Bitmek bilmiyor, her bir parayı bulduğumda ayrı ayrı şaşırıyorum. Sonsuz kez tekerrür eden bu olay, bir nihayete varmadan uyanıyorum her seferinde. 


Yazarken farkediyorum kaldırım taşlarının benzerliğini, sesler harfe bürününce ancak mana buluyor zihnimde. Yazdıkça keşfediyorum kendi gezegenimi. Adım adım, basamak basamak işliyor beynim, itikadı yok görülmeyenlere. Ben de görünür kılmak için şeceremi, yazmak zorumdayım. Ev yapımı limonata gibi, el yordamıyla buluyorum aidiyetimi. Zannedilenin aksine, başka çarem olmadığı için yazıyorum esasında.

5 Temmuz 2009 Pazar

KABUL


Biçilen değerlerin, biçilen ürünle, biçen arasındaki ince çatlaktan sızan bir su olduğu gün gibi aşikar zihnimde bu günlerde. Sahibi olduğum değerli hayatımın, gördüğüm değersiz hayatlara oluk oluk su sızdırdığı gerçeği de zahiri bir silüetmiş aslında. Bakışların toplandığı ana meydanımın güzel binaları sahipsizmiş oysa. Ayağımızın altında çiğnediğimiz sokaklar, binlerce kez şahitlik etmişler bu kendinden emin yürüyüşlere. Aslında özel, bizim sandığımız değerlere sahip olmadığımızı anlamak için bir kaldırım taşı olmamız gerekiyormuş meğer; ona basmadan,  takriben ondan yirmi santimetre yukarda, ayakları havada asılı yürüdüğünü iddia edenlerin ezici ağırlıklarını üstünde hisseden ve bu kendinden geçmişlere için için gülen bir sokak taşı.


Sonsuz bir kabullenişe emanet bıraktım zihnimi. Dünyanın dört bir yanında, bir ara döner, alırım diye bıraktığım eşyalarım, evcil hayvanlarım, dostlarım gibi, akıl kutumu da emanet ettim Kabul'e. Nasıl olsa yolunuz düşer,  lazım gelirse gider alırsınız umuduyla bıraktığınız; ama bir şekilde de gözden çıkardığınız bağlılıklarınız... Bu yaşıma kadar, hayatta kaybetmekten en çok kortuğum şey sorulduğunda tek bir saniye bile düşünmeden "Aklım" dedim; Aklım'ı kaçırmaktan daha kötü bir şey olamazdı!  Ondan vazgeçmem mümkün değildi elbette ama işte belki bir süreliğine, sadece kısa bir süreliğine emanet edebilirdim Aklım'ı Kabul'e? Daha önce hiç aynı ortamda bulunmamışlardı, iyi anlaşıp anlaşamayacaklarını bilemiyordum ama en azından düşman da değillerdi. Sonuçta ikisi de medeni kavramlar, sevmeseler de birbirlerini, ben gidip Aklım'ı geri alana kadar, misafir edebilirdi Kabul onu?


Çocukluğumdan beri gitmemiştim Kabul'e, evinin yolunu bile unutmuşum gerçeği söylemem gerekirse. Dolanırken içimin acı coğrafyasını, Koşullar'a rastladım; herkesin içinde olduğu, Matruşka gibi, kimin, kimin içinde olduğu belli olmayan falezler! Koşullar mı insandan çıkar, insan mı Koşullar'dan bilmecesinin eteklerinde dönmekten bulanan midemin, burnuma kadar iletmeyi başardığı o bozuk yumurta kokusuna rağmen Aklım'ı belki de son kez kullanıp, Kabul'un nerede oturduğunu soruverdim Koşullar'a. "Buraya kadar gelip, bizi bulduğuna göre zaten varmışsın" dedi koşullar. "Hemen yan binada oturuyor Kabul, hatta bir daha sokağa çıkma, şurdan bahçe kapısından geçiver" deyince Koşullar, kolayca buluverdim Kabul'un küçük, mütevazı evini. Belli ki maddi durumu pek de iyi değildi son yıllarda, çocukluğumda kocaman bir evi vardı Kabul'ün, hatırladığım kadarıyla varlıklı bir aileden geliyordu. Geçen yıllar içerisinde belli ki satıp savmıştı malı mülkü, bu küçücük eve sığınıvermişti. Kim bilir belki zamanla toplar durumunu da, daha büyük bir eve geçer, kocaman bir evi olur yine Kabul'ün.


Serenleri kalınca, orta tablası birkaç yerinden yarılmış, kendi ağırlığıyla menteşelerini zorlayan masif bir kapının önünde duruyorum; kapıyı çalıp çalmama konusunda hala karasız olduğumu farkediyorum. Çok kısa bir görüşme olması gerektiğini tekrarlayıp duruyorum içimden. Fazla oyalanmamalı, halini hatrını sorup hemen konuya geçmeli, Aklım'ı bırakıp çıkmalıyım bu evden. İçeride geçen her dakika aleyhime işleyecek. Kararsızlığımı ağzımda fazlaca çiğneyip büyütmeden, yutuvermeliyim. 


Kapıyı çalıyorum. Heyecanlı olmalıyım ki ellerim titriyor. Asıl hissimi soracak olursanız heyecanlı değil, endişeliyim bence. Demek ki insanın elleri, endişelenince de titreyebiliyormuş, bunu da öğreniyorum. Kapıyı orta yaşlı, kısa boylu, kirli sakallı bir adam açıyor. Şaşkınlığımı gizleyemiyor olmalıyım ki, yüzünde bir tebessüme sebep oluyor, bu acemi, lafa giremeyen halim. "Şey, ben, Kabul'e gelmiştim ama, evde yok mu kendisi?" diye kekeliyorum derdimi. Bir yandan elimden çekip duran, mızmızlanan Aklım'ı zapt etmeye  çalışıyorum ama susturmam mümkün değil bu arsız çocuğu. "Kabul benim." deyince artan şaşkınlığımın önüne geçemiyorum artık. "Nasıl olur, ben daha önce de gelmiştim buraya ama kendisi bir kadındı. Sizin yaşlarınızda, orta boylu, şişmanca bir bayandı daha önce görüştüğüm kişi." diyorum alelacele. Adamın yüzündeki belirli belirsiz tebessüm, yerini net bir gülümsemeye bırakıyor, bir şeyi benden çok daha iyi bildiği anlamına gelebilecek türden bir gülümseme bu. "İçeri gelmez misin?" diyor, bir gözü ağlamaklı Aklım'da. Oldum olası, olumsuz soru ekini sık kullanan insanlara zaafım olmuştur. Gelir misin yerine gelmez misin, alır mısın yerine almaz mısın, dans eder misiniz yerine dans etmez misiniz diyen insanları tuhaf bir şekilde hem komik bulmuşumdur, hem de sevmişimdir. İçeride fazla kalmama telkinlerime rağmen, yenik düşüyorum bu zaafıma ve sürüklüyorum Aklım'ı da peşimsıra içeri. 


Bu küçük evin dekorasyonu başımı döndürüyor içeri girer girmez. Empresyonist bir tabloya ziyadesiyle yakından bakıyormuşum gibi hissediyorum; tüm renkler birbirine girmiş, iç içe geçmiş, nerde başlayıp nerde bittiği belli olmayan bir bulamaç. İlk defa geldiğim bu evin, bana bu kadar tanıdık gelmesine işkilleniyorum. Acaba çocukken, yıllar önce geldiğim o ev, bu ev mi? Olmadığına eminim aslında, ama bu renkler, bu atmosfer bana çok tanıdık geliyor. Derken, Claude Monet'in İmpression, Soleil Levant adlı tablosuna benzediğini farkediyorum bu evin. Nerde gökyüzü nerde deniz kestiremediğiniz, renklerin birbiri içine geçtiği, güneşin gökyüzüne, yatların denize aktığı, hepsine bir sis perdesinin ardından bakıyor gibi hissettiğiniz bir bulanıklık, uzaklık netlikten, keskin çizgilerden. Hansel ve Gretel'in içine hapsolduğu o şekerlemeden evin eridiği sahneyi hatırlayın. Bütün renklerin birbirine karıştığı, cıvık bir hamura benzeyen o evdeyim adeta. 


Artık dört ayağı da aynı yükseklikte olmadığı için sallanan, yağlı boya ile maviye boyanmış, yer yer soyulan boyanın altından veya çatlaklarından ağacın kendi rengini görebildiğiniz kare bir mutfak masasına oturup, birbirine bağlı ellerini masanın üstüne koyuyor, kafasıyla bana karşısına oturmamı işaret ederken. "Daha önce geldiğimdeki Kabul'e..." dememe kalmadan sözümü keserek "Öldü." diyor, kısa ve net bir vurguyla. Kafamı çevirip giriş kapısına bakıyorum, o kapıyı çaldığımdan beri kaç kez şaşırdığımı hesaplamaya çalışırken. "Ama nasıl olur?" diyorum çaresizce. Derin bir nefes çekiyor içine, gözleri masanın maviliğinde, tırnağıyla boyasını kazıyor usulca. "Bak, bilmediğin şeyler var. Biz Kabul'ler her zaman aynı kişiye ait kalmayız. Her birimiz farklı özelliklere sahibizdir ve sürekli görev değiştiririz. Bugün senin Kabul'ünümdür, yarın bir başkasının. Yıllar önce sana yollanan Kabul, artık senin istemediğin, bir başkasının Kabul'ü olabilir. Her zaman bıraktığın yerde bulamazsın bizi; sen değiştikçe biz de değişiriz. Bu yüzden eski Kabul'ünü unut, öldü varsay. Artık sen, eski sen olamayacağına göre, bir daha karşına çıkmayacaktır o Kabul." diyor, yüzüme bakarak noktalıyor konuşmasını. Anladığımı söylüyorum, her ne olursa olsun, şu anda ona ihtiyacım olduğunu... Bir süreliğine Aklım'a hakim olup olamayacağını soruyorum. Kafasıyla onaylamakla yetiniyor; yüzünde, gözün arkada kalmasın der bir ifadeyle... Geri kalan zor bir işim var artık: Aklım'a çaktırmadan bu evden çıkıp uzaklaşabilmek. Nasıl oyalayabilirim ki onu? Hafızam yardımıma koşuyor ve annemin anaokuluna beni bırakışını hatırlatıyor. Aklım oyuncaklarıyla oynarken, ona tuvalete gideceğimi, beş dakika içinde geri geleceğimi yalan söylüyor ve hızlıca çıkıyorum evden. Arkama bakmadan çektiğim kapının sesi kulaklarımda çınlıyor. Derin bir nefes alıp, dönüş yoluma koyuluyorum akılsızca. 


Kafamın içinde bir karmaşa; Aklım yerinde olmayınca, herkes sultan, padişah ilan etmiş kendini, car car konuşmakta. Kabul'un söylediklerini düşünüyorum; sen değiştikçe biz de değişiriz deyişini anımsıyorum. Kendi değişimimin ne kadar hızlı olduğunu düşünürsek, demek ki daha sık kapısını çalmış olsaydım Kabul'un, bir sürü farklı Kabul'le tanışmış olacaktım bugüne kadar. Sonra çocukluğumu düşünüyorum, ilk ziyaretimi Kabul'e. Daha büyük bir evde yaşayan bir kadındı o zamanki Kabul, her şey çok farklıydı şu an olduğundan, bir tek şey dışında. O zaman da bugün de, Koşullar'a sorarak bulmuştum Kabul'un evini ve ne hikmetse hep komşuydu bu ikili. Tam bunları düşündüğüm sırada Koşullar'ın evinin önünden geçmekte olduğumu farkediyorum. Kararmaya başlayan hava yüzünden bazı odalar da ışıklar yanmaya başlamış hafiften. Koşullar'ın Kabul'e olan bu düşkünlükleri, Kabul'ün yanından ayrılmaz halleri beni tedirgin etmeye başlıyor. Tabiatlarını irdelemeye başlıyorum yürürken kaldırım taşlarının tam üstünde.


Bilimsel bir problemin çözümünde önemli bir aşama vardır: Kontrollü deney. Bir varsayım, hipotez ortaya çıkardıktan sonra, onun gerçekliğini sorguladığınız deney evresi... Bir kontrollü deney için iki adet grup oluşturulur: Deney drubu ve kontrol grubu. Örneğin bitkiler üzerinde bir araştırma yapıyorsunuz. Aynı tür, aynı yaşta iki bitki bu iki farklı gruba yerleştirilir. Anatomik olarak birbirinin aynısı olan bu bitkilerin tüm koşulları eşit tutulur. İkisine de eşit miktarda su verilir, ikisi de aynı kalite toprakta yetiştirilir. Alabildikleri güneş ışığı, bulundukları odanın sıcaklığı, bulunduğu ortamda maruz kaldıkları basınç gibi bütün koşullar ikisi için de sabitlenir. Çünkü ancak eşit Koşullar'a sahip iki bitkiyi kıyaslayabilirsiniz. Sonra, üzerinde araştırma yaptığınız konuya göre, her seferinde farklı bir Koşul'u değiştirirsiniz. Tüm Koşullar hala eşittir, ama bu kez birini killi, berikini humuslu bir toprağa yerleştirirsiniz mesela... Ya da topraklarını ellemez, tüm Koşullar'ı sabit tutar, sadece verdiğiniz su miktarını değiştirirsiniz; birine bir litre verirken berikine yarım litre verirsiniz mesela... Burda esas olan, her seferinde yalnız tek bir Koşul'un değiştirilmesi gereğidir. Siz aynı anda hem su miktarında hem de güneş ışığı kapasitesinde değişiklik yaparsanız, gözlemlediğiniz farklılığın sudan mı, yoksa güneş ışığından mı kaynaklandığını anlayamazsınız. Birden fazla Koşul'u değişmiş iki bitkiyi artık kıyaslayamazsınız.


Kafamın içi bunlarla dolu bir halde dönüş yolumda yürümeye devam ederken, bir yandan da kendi hayatıma iz düşürmeye çalışıyordum bu mündemiç bilgiyi. Eğer Koşullar farklı bir evde oturuyor olsalardı, Kabul'ün de illaki onlara komşu olma zorunluluğunu düşünecek olursak, bugün bambaşka bir Kabul'ün evine mi bırakıp çıkacaktım Aklım'ı? Tanıdığım tüm Koşullar'ın aynı kaldığını düşünelim. Şu an sahip olduğum hayatım kontrol grubu'nu oluştursun. Yaşadığım şehirler, ailem, aldığım eğitim, boyum, kilom, arkadaşlarım... Bütün Koşullar tastamam, ancak o eve yıllar önce bir Koşul daha taşınmış olsaydı? Mesela ben çocukken, yüzüme kaynar su dökülmüş, yüzüm önemli bir ölçü de yanmış, değişmiş olsa, bugün nasıl bir mahallede, hangi Kabul'ün evine bırakacaktım acaba Aklım'ı? Diğer tüm Koşullar'ım aynı olduğu halde, acaba etrafımdaki arkadaşlarım değişmiş olur muydu? Sadece bir farkla, yüzümde bir yanıkla iş görüşmelerimi yapmış olsam, bugüne kadar bana sunulan iş fırsatlarına yine sahip olabilir miydim? Acaba sevgililerim yine de benle birlikte olurlar mıydı? Peki Ben yüzümde koca bir izle büyümüş olsam, şu anki Ben olur muydum? Oturmam, kalkmam, iletişim kurma biçimim, öz güvenim aynı kalır mıydı? 


Anaokulunda oynatılan bir oyunu hatırlayalım. Boş bir kağıtta bir sürü nokta işaretlenmiştir. Bu noktalar değişik renklerdedir; kimi mavi kimi sarı... Kağıdın en altındaki mavi noktadan başlayarak, her zaman size en yakın bulunan mavi noktaya doğru, noktaları birleştirerek ilerlemeniz isteniyor sizden. Elinizde bir kalem, mavi noktaları, farkında olmadan, iki noktadan yalnızca bir doğru geçer prensibine sığınıp birleştirmeye koyuluyorsunuz. İşlem tamamlandığında, kağıdı kaldırıp uzaktan baktığınızda bir ayı ya da tavşan kafası çizdiğinizi farkediyorsunuz. Size sunulan Koşullar değiştikçe - kağıdın en üstündeki sarı noktadan başlayarak, en yakın sarı noktaya doğru ilerleme Koşul'unda mesela - sonuçta ulaştığınız hayvan kafası değişiyor; tavşan kafası bir arıya dönüşmüş oluyor mesela... Daha kalemi elinize aldığınız ilk anda bile öğretiliyor aslında Koşullar size. Öğretmenin "Hadi bakalım, erkekler mavi noktaları birleştirsin, kızlar sarı!" diye bağrışı kulaklarımda çınlar hala.


Zincirleme ilerleyen bu oyun gibi, hayatımda da iki noktadan yalnızca bir doğru geçseydi eğer, şu an bambaşka bir yolda yürüyor olabilirdim Kabul'ün evinden çıktıktan sonra. Yüzümde sarı veya mavi noktalarla doğmuş olsaydım, zincirin kırılmaya başladığı ilk andan itibaren, bambaşka bir rota çizerdim kendime. İlk çalıştığım işe yüzümdeki lekeler yüzünden alınmazdım muhtemelen! Eğer o işe alınmasaydım, başka iş arkadaşlarım olurdu, o başka iş arkadaşlarım beni başka sevgililerimle tanıştırırdı, ben o başka sevgililerimle başka ülkelere tatile giderdim, başka yerleri sever başka huylar giyinirdim. 


Madem her şey bu kadar tesadüf, var olduğunu sandığımız her şey bu kadar zahiri, görmezden geldiğimiz şey kendimiz değil miyiz bu halde? Kendimizi yalanlamıyor muyuz son tahlilde? Eğer Koşullar'ın nerde oturduğuna göre, Kabul'ün evinin yeri değişiyorsa, Koşullar'ı değiştirme çabamız ne kadar manidar? Değişmeyen tek  hakikat Koşullar'la Kabul'ün dip dibe yaşadığı gerçeği ise, ulaşmaya çalıştığımız mutlak Kabul için, Koşullar'ın kapısını aşındırmamız ne kadar zekice?


Adaptasyon bir zeka göstergesidir. Doğada bile, natürel hayata uyum sağlayamayan canlılar eleklenir, doğal bir seleksiyon yaşanır. Bir balığın neden tatlı suda yaşamak zorunda olduğunu sorgulamasının bir anlamı var mıdır? Bu Koşul, ona koca bir gölü Kabul olarak bağışlamayı başarabilmişse eğer, vazifesini yerine getirmiş değil midir? Bana ait oldukları sürece, benim hakiki bir parçam olarak bana yön verebilmişlerse, ne kadar zor olsa da Kabul olarak karşıma Ben'i çıkarabilmişlerse, Koşullar'ım görevlerine sadık kalmış sayılmazlar mı? Koşullar'ın kapısında uyumaktansa, yan evin kapısını çaldığım anda hayatıma yeniden başlamadım mı?

18 Haziran 2009 Perşembe

Eksik


Olmayışın tarihi yatıyor bu şehirde. Bir olmayış, bir tamamlanamama… Eksik; sonu, hatta devamı yok. Bir bütünden yoksun bir duruş, bir yanı eksik. Önü açık, el etek çekmiş. Düşmekten devamlı, yaralar kabuk üstüne kabuk bağlamış. Teni solmuş, suyu çıkmış, kuruyup çatlamış anıları. İçi çekilmiş bir hikaye… Acı mı acı! Bir lüks esasında; yaptırımı olmayan, yürüyüşü yalpak bir lüks bu… Nerde başlayıp nerde bittiği belli değil! Tam kendini bulduğu noktada bir ihtiyaç aslında… Çehresi çabuk yaşlanmış, duruşu daha orta yaşlarında bozulmuş, saygınlığını yeni yeni yitirmiş ve yarım, illaki eksik bir tarih. Sona var biraz daha. Son dediğin değişmez elbet, erken gelir. Son dediğin bir mecburiyet… Güzel bir çıkmaz, asla değişmez, erimez, bitmez… Soyup dilim dilim yediğim bir tarih var elimde. 

Bir kimsesizlik arayışı verdi sonuç. Çıkardı midesinde ne varsa. Eğildi bir ağacın altına, kusup attı herkesi içinden, buldu kimsesizliği. Sonra üzerine tükürdü ağzından çıkarıp yere attığı herkesin. Basit bir refleks gibi geldi önce. Sonra anladı süpürdüğünü ağzının iç yüzlerini. Ağzının ortalık yerinde bayram temizliği, tükürüğe boğdu herkesi. Suyu boşalır gibi kimsesizliğin annesinin… Kaydıra kaydıra, ıslata ıslata doğurdu, çıkardı içinden kimsesizliği gün yüzüne.

Durur gibi yaptı; eksilterek ilmek sayısını, kesmeye başlayarak uçlarından bitiyormuş gibi göstermeye çalıştı. Umudu da yok artık; üstüne tükürdü onun da bir ağacın altında. Bir an tereddüt etti. Bu üzerine tükürülmüş umuda işi düşmesin yarın öbür gün? Kapısına çıkmasın sakın sonra bütün sokaklar? Kaçıp kaçıp bu terkedilmiş umudun kucağına düşmesin? 

Bir ömür geçiyor gözünün önünde. Yarım kalan, eksik bir hikaye… Tepeden baktığı herkesten medet uman, yardım alabileceği herkese müdanasız, iyisi kötüsü, güzeli çirkini, ihtiyacı lüksü ayırt etmeden, hepsini koyup bir kaba, üzerine tükürmüş bir hikaye… Dili damağına yapışmış, susuz, çorak… Akrepler sokmuş her yanını, karıncalar dolmuş göz çukurlarına. Tamamlanmamış. Tam anlaşılmamış.