Eski yığıntıların içinden bulup çıkarttığı, muhtemelen dedesinden kalma köşeli lacivert bavulun kapağını açtı içinde herhangi birşey bulacağını ummaksızın. Nasıl olduysa metal kilitleri hala kararmamış, köşelerinden başka hiçbir yeri aşınmamış, kim bilir hangi hayvanın derisinden kaplanmış bu küçük, gösterişsiz bavulun içinde gördüğü şeyler şaşkınlıktan çok ürperti uyandırmıştı içinde.
Kendi ile bağlantılı olan bir tarih vardı, muhtemelen kendisinden başka kimseyi ilgilendirmeyecek. Bu gizli, küçük, mütevazi tarihin varoluşunun farkına varmaktı onu ürperten. O da biriydi işte, annesi babası olan, hatta annesinin babasının da annesinin babasının olduğu ve bu zincirin dünyanın oluştuğu ilk zamana kadar uzanabileceği biri. Belki bu anne baba zincirinde birileri tekerleği bulmuş, bir diğeri tabak çanak yapmış, belki bir tanesi de Titanic ile birlikte batmıştı.
Ürpertisini bir kenara bırakıp krem rengi astara odaklanmaya çalıştı. Parşömen kağıdına sarılı ince uzun bir cisim, eprimiş beyaz bir bezin köşesinden bir parçası sızmış, sedef taşlı bir tesbih, külaha benzer üçgen şekilde katlanmış mavi çizgili bir kumaş mendil, kapak kısmı kopmak üzere olan sararmış ve kabarık bir zarf, bir çengelli iğne, ne olduğunu anlayamadığı kararmış gümüşten minicik bir kutu, 2 adet resim ve oltu taşına benzeyen siyah bir taştan yapılma sigara filtresi...
Bu kadar nesnenin bir arada bulunması garipti. Hepsini bir liste halinde okusa hiçbir anlam kuramayacağı o tuhaf mantık soruları gibi alakasız nesneler, içinde bulunduğu yıl için küçük ama bu nesneler için oldukça büyük bir bavulda toplanmışlardı. Biri hatıra diye ayırmış olsa hepsini derleyip toplamadan bir bavula savurmazdı. Bir kişiye ait olsalar bu kadar alakasız olmazlardı.
Bağlantı kurabilmek için tepeden bakmak yerine dokunarak anlamaya karar verdi. Yatağın üstüne oturdu, bavulu kucağına aldı ve yakından baktı. Hangisi ile başlayacağını düşünürken eli siyah sigara filtresine gitti. Bir kadına ait olması ihtimali düşüktü çünkü izlediği onlarca filme bakılırsa kadınların kullandıkları sigaralıklar ince ve uzun olurdu. Bu ise kalın ve kısa idi. Garip olan filtrenin ucundaki taşlardı. Kumdan biraz büyükçe, sanki toz şekeri andıran küçücük taşlarla kaplıydı sigaranın takılması gereken yer. Dedesinin olmalıydı bu sigaralık. Doğru ya, annesi anlatmıştı. Dedesi sigarayı bıraktığı gün kuyumcuya götürüp elmas tozuyla mühürletmişti filtreyi.
Elindekini bavulun boş olan köşesine ayırdıktan sonra mendile ilişti gözü. Katlarını bozmadan eski haline getirememekten endişe ettiği mendili yavaşça açtı. Açtığında zihninde kırışmış bir eli öptüğü an canlandı. Mat, yeşil, oval kesilmiş gösterişsiz taşın yerleştiği bakıra dönük koyu sarı bir yüzüğün süslediği o kırışık eli öptüğü sıcak an. Gözlerini yukarı doğru kaldırdı zihnindeki görüntüde. Oynamaktan aşınmış bilyeler gibi duran bir çift gözle karşılaştı. Ta içeriden kendini belli etmeye çalışan ışıkları seçti. Bembeyaz tülbenti kulaklarının arkasından sırtına uzanmıştı anneannesinin. Omzunun kenarından ise kırlaşmış cılız bir örgü gösteriyordu kendini yaramazca. Mendilin içinden çıkan parayı aldı eline. İlk harçlığı buydu demek. 14 Ocak 1970 tarihinde basılmış On Bin Türk Lirası. Kim bilir kaç yılıydı bu harçlığı aldığında? Bu parayı saklayan neden kendisi olmamıştı ki? Katlamak için fazla özenmesine gerek yoktu. Sahip olduğu tarih yazmıştı paranın da mendilin de nereden katlanacağını, istese de değiştiremezdi. Çaba sarfetmedi, para da mendil de yıllardır alıştıkları ilişkilerine kaldıkları yerden devam edebilirdi.
Zarfın kabarıklığı içini geriyordu nedense. Ailesi hakkında biraz bilgi sahibi olmak o zarfta bayram tebriklerinin, aşk mektuplarının, sıla hasretinin olmayacağını bilmek için yeterliydi. Bunlar hiç yazılmadığından değil, saklanmayacak kadar anlık sayıldıklarından. Aşk mektupları ise gizliydi, ne kadar masum olurlarsa olsunlar, mahremdi işte. İçine tıkılmış kağıtları topluca çıkardı. Eline aldığı ilk kağıttan sonra gerisine bakmasına gerek olmadığını anladı. Ona neydi ki kimin varisi kimdir, kimin varı kimin olmuştur? Kağıttaki isimlerin yarısını tanımadığını, tanımamaktan dolayı da bir eksiklik duymadığını biliyordu.
Sedef taşlı tesbihi biliyordu ama gerçek sahibinin elinde görme şansı olmamıştı. Dedesi o doğmadan önce vazgeçmişti ona dedelik yapmaktan. Kendi eline aldı, acemice tesbih saymayı denedi. Taşları bu kadar küçük ve zarif kesilmiş, sedefi bu kadar farklı rengi bir arada veren bir tesbih görmemişti bundan başka. Ne garipti ki pirinç büyüklüğünde bu taşları birileri delmeyi başarmış, içinden ipi geçirebilmişti. Dedesi hayatta olsa, böyle olmalıydı ona alacağı hediye. Ama dedesi hayatta değildi ve onun dünyasında hiç hayatta olmamıştı. Tanısa kendisini sever miydi acaba? 3 yılda bir aklına gelen bu sorunun cevabını yine merak etmişti.
Gümüş kutuya geldi sıra. Avcunu bile doldurmayacak bu kutuyu minyatür bir güvece benzetti. İncecik kapağını çevirerek açtı. Tamircilerin conta sıkıştırmakta kullandıkları iplik kümelerine benzeyen birşeyler tıkılmıştı içine, başka da birşey yoktu. İlaç kutusu olmalıydı bu. O zamanlar haplar var mıydı, bir an bunu düşündü. Ne kadar saçma olduğunu farketti hemen sonra. Hiç görmedi diye dedesini tarihi eser sayamazdı ya! Hoş bu kutunun dedesine ait olduğu bile belli değildi.
Çengelli iğne bu nesneler içinde en zorlayıcı olanıydı. Basit, sıradan, ne büyük ne küçük, herhangi bir çengelli iğne... Herhangi miydi sahiden? Olamazdı çünkü zihninde yine aynı kırışık eller canlandı. O ellerin tuttuğu beyaz mendili farketti. Anneannesinin yanından ayırmadığı o mendilin yuvasıydı o çengelli iğne. Annesinin titizliğinin nereden geldiğini anlayıverdi bir çırpıda. O mendil ortalıkta durmasın, başkalarını rahatsız etmesin diye özel ördürdüğü yeleğinin içine iliştirdiği bu çengelli iğneye tutunurdu o mendil. Yeleğin içine gizlenirdi sevimli bir utançla. Bazı insanlar ne kadar masumdu! O çengelli iğnenin yeri de kenara ayırdığı bayramlık mendil olmalıydı bundan sonra.
Başta resimleri en son incelemeye karar vermiş olsa da kendisine bakan o iki küçük kız çocuğunu daha fazla bekletmek istemedi. Hemen anlamak kolay değildi kim olduklarını. Bir tanesi cin gibi bakan topaç suratlı bızdık bir tipti. Sol yanındaki ise çelimsiz omuzlarına dökülen iki örgü ile ince uzun suratlı mahçup bir çocuk. Her türlü zıtlığa rağmen ne kadar da benziyordu kendisine. Hiçbir zaman mahçup bir çocuk olmamıştı, tıpkı hiçbir zaman ufak tefek olmadığı gibi. Ne var ki annesiydi işte o ve aynada gördüğü aksin türeviydi. Siyah beyaz bu fotoğrafa bakıp annesinin de çocuk olduğunu idrak etti. Parlak saçları, diz altı çorapları ve çocukken daha da minik olan ayakları. Annesi 60 yaşındayken yeterince minikti ayakları, daha ne kadar minik olabilirlerdi ki? Hayret etti. Bu çocuk büyümüş, bir adamı sevmiş, anne olmuş, tekerlemelerle bebeğini beslemiş, koskoca kadın olup kendi kızının elinden kahve içmişti. Bu çocuk bir gün büyümüş, koskoca kadın olmuştu ve bir gün göçüvermişti ansızın. Evet, ansızındı hala, öyle de olacaktı. Diğerinde ise yine annesi, aynı saç örgüsü, aynı mahçup ve ciddi ifadeyle vesikalık bir fotoğraf olarak elinde duruyordu. Belli ki genç kız olmuştu ama o ifade nasıl değişmemişti ki? Kendi çocukluğunu ve genç kızlığını düşündü. Annesinin resimleri arasındaki bu farksızlık kendininkilerde yirmi fark olarak vardı. Annesiydi fotoğraflardaki. Başparmağıyla okşayıp diğerlerinin arasına koydu.
Bu enteresan yolculuğun son durağına eline aldığı parşömen kağıdı ile geldi. Kağıdı açtı, eline incecik, ucu yakılmış, beyaz bir mum düşüverdi. Kağıtta birşeyler yazıyordu. Tanıdı, annesinin el yazısıydı.
"Çocuklarıma hayırlı işler, hayırlı eşler, hayırlı evlatlar diliyorum."
Paris'teki seyahatine gitti aklı. O gösterişli kilisede değil de, mahalle arası bir kilisede ince, uzun, beyaz mumlarla annesinin ruhuna ettiği güzel duaları düşündü. İçi burkuldu. Demek annesi de kilisede mum yakmıştı. Demek annesi de onu düşünmüştü o mumu yakarken. Demek annesi de onu kendisi için birşey dilemeye ihtiyaç duymayacak kadar çok seviyordu. Tek bir göz yaşı tanesi ile ferahlattı içindeki ateşi. Mumu kağıda sardı. Diğerleri ile bir araya getirdi. Bulduğu küçük bir kutuya yerleştirdi hepsini. Kutuyu da Keloğlan misali bir tülbente sarıp düğümledi köşelerinden. O nesneler ona aitti artık. Bir kutuda toplayabilirdi. Bavulu kapatıp kolilerin yanına koydu.
Kendi eşyalarını, CD'leri, kitapları, kıyafetleri, fotoğrafları toplarken bir insan hayatının üç beş koliye sığabilmesini anlamaya çalışmıştı. Elindeki kutuya bakarken bunun ne kadar boş bir çaba olduğunu anladı. Üç insanın hayatı tülbentle sarılabilecek bir kutuya bile sığabiliyordu. Kendi mütevazi tarihi de küçücük bir kutu olacaktı işte.
Hayat anlamsız gibi görünse de milyarlarca küçük kutunun toplamıydı. Elden ele, elden ele...