Wednesday, December 31, 2008

Mutlu yıllar blog!








Güya biz de evimizi süsleyip çam ağacı olayına girecektik ancak üşengeçliğimizden, miskinliğimizden ve zannedersem çok da hevesli olmayışımızdan yapamadık. Evimiz kuru kuru girecek yeni yıla. Aslında daha birçok şey var almadığımız, banyo sepeti, çamaşır sepeti, sandalye, çerçeve, sehpa, masa lambası, vs vs.. Olsun eksik falan giricez işte 2009'a, kalanlar da tamamlanır işte..


Ben de ofiste Selinimin yanıbaşında duran mini mini ofis çam ağacını çekip buraya koyuyorum. Her sene olduğu gibi bu sene de yeni yıldan bi sürü şey bekleyerek ve bu beklediklerimi noel baba'nın değil sadece kendimin sağlayabileceğini bilerek... İşte 2009 beklenti listem ;


1. Huzur (iç dış farketmez, combo olsa daha bi güzel olur)

2. Fotoğraf Makinası (D-SLR)

3. Zaman (Sadece bana ait, uzunca zaman)

4. Sağlık ( İşe gitmemek için ısrarla hasta olmaya çalışsam da domuz gibiyim sanırım, hiçbişey olmuyo)

5. Para ( Şimdi istesen nolcak istemesen nolcak huzur olmayınca ama, heryerde indirim var gözüm dönmüş durumda, ayapkabılar, ceketler, elbiseler, kokular... yum yum yummmm.)

6. Bol kitap

7. Sevgi

8. Aşk

9. Aile saadeti

10. Bahçeli ev

11. Köpek

12. Ford Mustang GT 500


Kafama göre sıraladım valla. Mustang'i her sene diliyorum ama bakalım hangi seneye kısmet olacak!


2008'de çok güzel şeyler yaşadım, çok fazla şey öğrendim, çok iyi arkadaşlarım oldu, gidenler oldu, evlendim, kızdım, güldüm ağladım, ama yaşamak gerçekten çok güzel, bu sene zamanın kıymetini anladım. Umarım 2009 zamanı iyi kullanabildiğim, sevdiğim tüm insanlar yanımdayken mutlu olduğum güzel bir sene olur..


En iyi dilekleri sizler için de diliyorum..


Sevgiler..

Monday, December 29, 2008

Celtic FC ve PES2009

"...gerçek peszade örneğin pes 2009 'da şampiyonlar ligi modunda celtic'i alıp barcelona , juventus, villareal gibi takımları eleyip finale çıktığında ve finalde manchester united a uzatmaların son dakikasında yediği golle yenildiğinde gözünden iki damla yaş süzülen ve "buraya kadar gelmemiz de mucizeydi" diyebilendir.manchester united kupayı alırken sigarasını yakar, arkasına yaslanır ve ev ahalisinden teselli alır, peszade. kalbinin derinliklerinde bir iskoç takımını sir alex ferguson un dev kırmızı şeytanlarının karşısına finalde çıkartmış olmanın gururu vardır. oyunu load etmeye gerek yoktur."

Ekşi'den Erdem'in yazısı, sormadım ama herhalde izin verir buraya koymama. :)



Haberler

Uzun zamandır internetten ya da gazeteden haber okumuyorum. Çeşitli sebeplerim var kendime göre. Hiçbir gazetenin tarafsızlığına inanmıyorum mesela. Bir gazete, benim inandığım şeyler çerçevesinde yayın yapıyor olsa bile tarafsız olmadıkça takip etmek istemiyorum. Sonuçta benim öyle veya böyle tarafsız bir şekilde haber alma özgürlüğüm olmalı ki bağnazlık yapıp tüm algılarımı kapatmadan bişeylerden haberdar olabileyim. Yorum yapmak bana kalsın. Bilmediğim şeyler benden gizlenmesin ve ben sadece gaza gelmişliğimle taraf tutmıyım.


Ama tabi tüm bunlar benim fazla iyi niyetli hayallerim olabiliyor ancak. Nerde bizde öyle medya, öyle basın mensubu, öyle denetim kurulu, öyle köşe yazarı... Vardır illa ki bi yerlerde ama gözümüze gözümüze çarpıyor olmaları gerekirdi, 3 saniye içinde hepsinin adını hatırlamamız gerekirdi. Öyle değil..


Başka bir sebep ise, memleketimde hiç güzel olay olmuyor gibi (hakikaten olmadığına inanmak istemiyorum) nereye baksam kan, vahşet, sapıklık, cahillik, seviyesizlik görüyorum. Artık dayanamaz hale gelince de bıraktım bakmayı. İçim almıyor Filistin'de kameraya bakıp kelime-i şahadet getirip ölen insanlar görmeyi, magazin güllerinin saçma haberlerine uzun uzun yer verilmesini, değerli devlet büyüklerimizin dakika bazlı saçmalayıp gaf yarışı yapmalarını.. Ve daha nicelerini...


Durum böyleyken ben haberleri genel olarak bloglardan ya da ailem/arkadaşlarımdan duyuyorum. Zaman zaman bihaber kaldığım bile olabiliyor bazı şeylerden. Ama gel gör ki bu sabah hava soğuktu, çayımı aldım, geç kaldığımdan markete uğrayıp poğaça alamamıştım, arkadaşlardan poğaça buldum, eh bu durumda gazete keyfi yapmamak olmazdı. Ama sonuç ne oldu? Değişen birşey yok. Yine tövbeliyim... İşte örnekler ;


* Yine el kadar kız çocuğuna tecavüz ediliyo, defalarca, sonra sokağa atılıyo. Babası hapiste, annesi akrabalarına bırakıp terketmiş. Çocuğun hayatında bundan sonrası nasıl şekillenecek belli değil. Dayanılacak gibi değil.


* Filistin'de yüzlerce kişi bir anda katlediliyor. Buna değecek şeyin ne olduğunu hiçbir zaman anlamadım ve anlayamayacağım. İzleyince mantığım bile acı çekiyor.


* Sağlık konusunda kendi ülkesine hiçbir fayda sağlayamayan, özel sigorta şirketlerinin havadan kazandığı paralara rağmen muayenede bile problem çıkartarak hastaları mağdur ettiği, özel olmayan sigortasında zaten hiçbirşeye çözüm olmayıp insanlara kan ağlattığı ülkemde, özel hastaneler yabancı uyruklu müşterilerine turistik hizmetler vermeye başlıyor ve krize çalım atıyor (!).

* Bakın bunu sonradan görüp ekledim. Eğitim adı altında öğrencilere çeşitli derslerin ve birtakım öğretene has tekniklerin sunulduğu, birşey vermeden çokşey isteyen bir sınav sistemi üzerine kurulmuş düzene ait bir haber. Körler sağırlar birbirini ağırlar misali.

Pazartesi günü, yeterince sinir bozucu bi gün zaten.. Sabah sabah öyle şeyler okudum ki bunlar sadece 4 tanesi ve bu durumda insanda sendrom falan bile kalmıyor haliyle..
Yılbaşı öncesi ne güzel haberlerle başlıyoruz haftaya, 2009 daha iyi olacak diye umut etmenin yanından bile geçemeden...

Thursday, December 25, 2008

Parti parti blogır parti!

Blog hadisesi giderek daha da enteresanlaşıyor gözümde, aynı zamanda daha da olağanlaşıyor ironik bir şekilde. Yoksa ben de şizofreniyi teğet mi geçiyorum ey halkım? Belki benim bu kararsızlığım da psikolojiktir ha?


Dün akşam, gelme gitme sırasını sallamadan Tanya ve Ersin Abi'nin -bizim yaş grubuna göre- Disneyland sayılacak müthişlikte evlerine gittik. Tanya bizi davet ederken telefonda bir iki çıtlatmıştı ama ben böyle bir manzara beklemiyordum açıkçası. Zapping yapa yapa okumaya başladığım blogırlar toplanmış yeni yılı kutluyorlardı şimdiden.


Asansör kapısı açılır açılmaz patlayan flaşla ne oldum derken, bir de baktık bir sürü insan! E hemen hemen hepsini de bir şekilde ucundan kıyısından okuya okuya tanıyoruz. Bir cümbüş bir neşe. Kaynaşmamız çok da zaman almadı haliyle. Tanışıklığımız ete kemiğe bürünmüş oldu. O telefon teli saçlı minik yumuk Defdef'in anası (!) sevgili adaşım Tuğba, meğer bi dönem farkında olmadan iş yeri komşuculuğu oynadığımız Seden, second life denemesiyle beni benden alan Aslıcin, hiç tanışmasak da bize de bir yılbaşı tebrik kartı hazırlayarak ve lösev'den minik ama büyük (teğet diyorum seyirci!) bir hediyeyle yeni yılımızı kutlayarak bizi mutlu eden Şebo ve Depeche Mode hayranlığı ile dikkatleri çeken Hasan Bey ile her kafadan bir sürü ses çıkartarak sohbet ettik, güldük, eğlendik. Biz herkesi çok sevdik ve eve büyük gülümsemelerle döndük. Uzun zamandır iş güç derken topladığımız stresi bir kalemde atıverdik hamdolsun.


Cenk köfteleri hüpletti, ben cır cır konuştum. Bolca müzik dinledik. ,Bir sürü fotoğraf çektirdik (bazılarında kafam yamuk, bazılarında kaynadım, bazılarında beynime nur inmiş). Çok güzeldi çok.


Bizde fotoğraf makinası henüz olmadığı için fotoğraf falan çekemedik ne yazık ki ama ben utanmadan, belediye yardımına ihtiyaç bırakmadan, Tanya'nın sayfasından araklıyorum iki resim ve bana kızmaması için (nelere kızmadı buna hiç kızmaz sanırsam :D) dua ediyorum.





İşte yenilen içilen sohbet edilen o kıymetli masa ve iştirakçiler. Resmi Tanya çekti bu sebeple kendisini normal olarak burada göremiyoruz ama hemen aşağıda kendisi de var.







Mesela burada da Seden yok, niye? Çünkü fotoğrafı o çekti! Ama bir üst resimde kendisini Tuğba'ya sarılırken görüyoruz zaten.

Ah bu güzel gecenin hatıralarını unutmak olur mu? Bundan sonra göreceğiniz resimler araklama değil bizzat ellerimle doğal ortamımda çekilmiş resimlerdir.






İşte Şebo'nun yılbaşı kartı ve minik lösev çan magneti.






Tanya'nın minik sürprizli hediyesi. Görmekte olduğunuz ambalajıdır.


Ve Tanya'nın Cenk'e süpersonik hediyesi. Bu satırlar yazılmadan önce kedi ve Cenk arasında bol mücadeleli bir müsabaka gerçekleşti, belirtmek isterim.

Toplu hediye fotoğrafı.

Biz bu kadar hediye toplamışken, gayet elimizi kolumuzu sallayarak gitmiş olduk tabii. Sonrasında akıl edemediğimize üzüldük elbette. Ama sonra tekrar görüşmelere fırsat bırakacak bir borç olur belki diye avuttuk kendimizi, tıpkı Ersin Abi'nin t-shirt'ü gibi :) Bu arada şunu da farketmiş olduk ki, Ersin Abi'ye herkes hocam derken bi biz varmışız abi diyen :)

Daha anlatacak çok şey var ama gece biraz geç yatıldı haliyle. Uyumak için daha yarın öğlen yiyeceğim simitleri sayacağım.

Sevgilerimle...

Tuesday, December 23, 2008

Kısır

Yarın yine işe gideceğim, gün içinde bi yarım saat de olsa yazı yazmaya ayırırım umuduyla. Sonra bir sürü koşturmayla geçecek günüm. Kaçak kaçak severek okuduğum bloglara bakınacağım. Ancak kendim yazı yazacak bir fırsat bulamayacağım ve sonraki güne erteleyeceğim. Madem öyle olacak, tophanenin dumanlı taburelerinde otururken bir iki satır karalıyım dedim kendime. Ve yerleştirdim parmaklarımı harflerin üzerine.
Yine parmak izlerim yeterli gelmeyecek bana bu sayfalarda biliyorum, uzun zamandır olduğu gibi. Geçenlerde eski yazılarıma baktım bu sayfadaki. Sanki daha korkusuz, daha hovarda, daha pozitif, daha iç açar gibiler. Bu aralar ruh halimden mi yoksa biriktirdiklerimin dolup dolup taştığından ve vitaminimin taşan kısımla gittiğinden mi bilmem, tat vermiyor fazla cümlelerim. kısır olmuşlar gibi sanki.
Olsun, geçiş sürecidir belki diyerek bir umut egzersiz yapıyorum hala. Bir sürü güzel blog okudukça memleketimin insan manzaraları daha bir panoramik daha bir leb-i derya geliyor. Mutlu oluyorum...

Why vote for a lesser evil?

"Neden daha az kötü birine oy veresiniz ki?"
"Başkan Cthulhu!"

En iyi 5 heavy metal albümü

5. Nightfall in Middle-Earth - Blind Guardian



Doğdum, biraz büyüdüm, metal müzik dinlemeye başladım. Dinledim dinledim dinledim... Sonra farkettim ki hiç el atmadığım konular varmış, oralara girdim, zamanla onlar da popüler oldular zaten, duymayan bilmeyen kalmadı. Çok uğraştılar bu albümü yapabilmek için. Çok okudular, çok hayal ettiler, çok çalıştılar ve çok dinlediler. Sonra da yaptılar. Bir başyapıttır bu albüm. Acilen edinmeniz gerekir. Power Metal derler aslında BG için, ama tabi bu albümü öyle bir sınıfa sokmak haksızlık olur. Ben de Power Metal falan sevmem zaten, insanların aklında E x 30 üzerine double bass ve çığıran bir vokalden başka birşey sokmadığı için.

Bu albüm başından sonuna kadar bir planlama harikasıdır. İçerisinde tek tek bakıldığında efsane şarkılar barındırır. Ama asıl zevki kasedi takıp başından sonuna kadar dinlediğinizde alırsınız. Şiddetle tavsiye ediyorum. İçinde dinleyecek hiçbirşey bulamazsanız ve ulan Cthu, verdiğin tavsiyeye bak derseniz en yakın tavlama fırınında kendimi katledeceğim, söz.

4. Vulgar Display of Power - Pantera

Yuh. Yuh Anselmo, seneler sonra yine yuh. Bu albümü ilk dinlediğimde sanırım 15 yaşındaydım ve albüm çıkalı temiz 3 sene olmuştu. Babalar yapmış ya süper falan diye dinlerken anladım ki aslında Anselmo bütün hayatını vermiş o albüme. Nefret dolu bir albümdür, her türlü aşağılama, her türlü hor görme, küfür, her türlü eleştri içerir bu albüm. Aslında Sepultura'nın yapmaya çalıştığı ama Max'ın kıt ingilizcesi ile yapamadığını bir çırpıda yapmıştır Anselmo. Ha bir de şunu yapmıştır, herhangi bir metal bara gidin, ayağa kalkın, hızlıca "One, Two, Three, Four" diye bağırın, muhtemelen 5 saniye içerisinde "Fucking Hostile" çalmaya başlar. :)

Helal olsun.

3. Rust in Peace - Megadeth


Thrash. Evet. İşte bu. Hayatta en sevdiğim şarkı olan Hangar 18'i barındıran albümdür. TRT'de Şener Yıldız vardı. Bilirsiniz, adam neredeyse doğduğundan beri Rock Market diye program yapıyor. Ya ne kadar çalardı Şener Yıldız bu şarkının klibini. O da hastasıydı sanırım. 1990 yılında çıktı bu albüm, herhalde Lars Ulrich oturup ağlamıştır Tornado of Souls'u dinledikten sonra. "Ulan naptık da yolladık bu adamı biz, yerine getirdiğimize bak, kıvırcık sıskanın teki, böhü" diye mesela. Aslında iyi yaptı, Exodus'u da kurtarmış oldu Kirk'den ama tabi bu başka bir tartışmanın konusu.

Bu arada başka bir konuya değinmeden edemeyeceğim, Dave bu albümü yapmadan evvel Marty Friedman ve Nick Menza'yı sadece albümü kaydetmek için gruba alıyor, alış o alış. Gun's'ın ve Whitesnake'in de prodüktörünü ekleyince işin içine, saçma sapan kalitede bir albüm çıkıyor, hoooop benim listemde de 3 numara oluveriyor.

Dave'in de çok umrundaydı benim listem. :)

Saçlarının hastasıyım bu arada. :P

2. Reign in Blood - Slayer


Raining Blood ve Angel of Death şarkılarının aynı albümde olması zaten başlı başına büyük bir olay. Hanneman bu şarkıları yazarken nasıl bir ruh halindeydi acaba. Herhalde normal ruh halindeydi, çünkü daha evvel Hell Awaits'i yapmıştı, sonrasında da South of Heaven'i yapacaktı ama bu albümü bir başka yapmıştı be. Bir daha hiçbir şarkı Angel of Death'in geçiş kısmındaki gitar riffinin tadını vermedi. Bir daha hiçbir double bass Lombardo'nun Raining Blood'daki o ham ve gürültülü abanışının yerini tutmadı. Tutmadı işte. Onlar bu albümü 1986 yılında yaptılar ve bütün metal camiasına ağzının payını verdiler. Saygıyla eğiliyorum. Bundan sonra yaptığınız herşey size helal olsun. :)

1. ...And Justice for All - Metallica


Bu sıralamada biraz torpil olduğunu mu düşünüyorsunuz? Ya da ulan Master of Puppets'ı koysaydın bari falan mı diyorsunuz. Bırakın da izah edeyim.

Elime aldığım ve kaset çalarıma taktığım (ablamın kaset çaları :) ) ilk albümdür ...And justice for all. Dolayısı ile dinlediğim ilk thrash şarkı da Blackened oluyor. Duyup da gerçekten algıladığım ilk gitar tonu ve sesi de haliyle bu albümden oluyor. Aman Allahım, o nasıl bir sestir, nasıl kulaklardan girer, aşağılara iner, akciğeri doldurur, bütün vücudunuzu sallar ve bir sonraki nota için yalvartır. Eline gitar alıp da bu tonu yakalamak için haftalarını veren adamlar biliyorum ben, olmaz, çünkü o sadece 1988 yılında kaydedilmiş bu albümde vardır ve başka hiçbiryerde olmayacaktır. Bütünüyle muhteşem bir albümdür ve es geçilecek bir tane şarkı bile yoktur içinde. Lars Ulrich'in kişisel şovunu (zaten şovmendir kendisi epeyce ) yaptığı albümdür aynı zamanda. Baterinin başlı başına bir enstrüman olduğunu, ona değer verilmesi gerektiğini, metal müziğin yarısının aslında bateri olduğunu biraz da abartılı bir şekilde gösterir Lars.

Kirk bile bu albümün benim gözümde en iyi metal albümü olması gerçeğini değiştirememiştir bütün o tilu tilu sololarıyla. 8.7 milyon satmış bu arada. Bir tanesi sizin değilse lütfen sağ üstteki büyük X tuşuna basın, bir daha da görmeyeyim sizi buralarda. :)
Toprağı bol olsun, Cliff Burton da yakışırdı bu albüme.

Sonsuz yazı

Issız adam adlı filmin etkisiyle uzun süredir sinemaya gitmiyoruz. Ben zaten tuhaf bir yargılama sistemi olan bir şahıs olduğumdan kelli, sinema denen şeyi izlerken genelde ters yorumlar yapıp benle izleyen kişilerin asabını bozuyorum. Ne bilim, bir adamın rol kesmesini beğenmiyorum, bir repliğe takılıyorum, 2 saat onu yorumluyorum falan. Kötü bir huy, adamın keyif almasını engelliyor. Ama bir filmi çok sevdim mi de, tam severim. :) Issız Adam'da öyle oldu mesela. Filmin doğallığı sayesinde hiçbirşeye uyuz olmadan, müthiş bir mutluluk ile izledim filmi. Sonrasında Arog falan geldi ama gidemedik, çok da komik değilmiş galiba.

Çok uzun zamandır blog yazmıyoruz, blog okuyoruz ama blog yazmıyoruz. Hayatımızın bir parçası oldu blog, onsuz yapamıyoruz. Ama bazen blog yazmak için blogu sevmekten daha da fazlası gerekiyor. Sonuçta kendinizle veya başka birşeyle alakalı bir yazı yazıyorsunuz. Biraz da havanızın yerinde olması gerekiyor herhalde. Ne bileyim.

Bak Dutchman öyle mi, adam her daim yazıyor, bizim siteye de dadanmış saolsun, bol bol okumuş bizim siteyi. Her sabah açıyorum Dutchman'i. Biraz okuyorum, kalanını öğlen yemeği sonrasına bırakıyorum, hemen bitmesin diye. :)

Merak edenler:


Yine EVE-Online'a dadandık bu aralar. Batu da başlıyor bu hafta itibariyle. Müthiş savaşlar dönüyor ve kardeşiniz listelerde epeyce yukarılara tırmanmış durumda. Bakın göstereyim.

Bu resimden ne anlayacam diyenler için kısa bir özet çakayim. Eve-Online insanların yaratılmış bir evrende, çeşitli sistemlerde, uzay gemilerine sahip olabileceği ve birbirleri ile çeşitli amaçlar uğruna çok büyük savaşlar yapabilecekleri, tamamen taktik ve ekonomi üzerine dayalı bir savaş oyunudur. 100 vs 100, 250 vs 250 falan savaşları vardır ve Fleet Commander'lar yönetiminde yapılırlar. Bu battlefieldlerde savaşlar saatler de sürebilir, sadece birkaç dakika da sürebilir. Oyna oyna bitmez. 4 seneye yakın zamandır oynuyorum. Arada bir bıraktım 5-6 aylığına ama bak dönüşüm muhteşem oldu.

Ayrıntılar için:

EVE-Online

Yazıyı yazıyordum ki fabrikada bir sürü aksak giden şey oldu. Ya bazen bir müşterinin ürününün başına öyle şeyler geliyor ki arka arkaya, bu Murhpy denen arkadaşın dediklerine inanmaya başlıyorum. Tanıyorsunuz değil mi kendisini? Bakın bunları demiş Murphy:

"If there's more than one possible outcome of a job or task, and one of those outcomes will result in disaster or an undesirable consequence, then somebody will do it that way."

"Whatever can go wrong, will go wrong, and at the worst possible time, in the worst possible way."

"If anything can go wrong, it will."


Saygılarımla.

Friday, December 19, 2008

Happy Birthday Hubble Bubble!




Çok sevgili okurlar. Tam 2 senedir, sayınız giderek artarak bizleri okudunuz, takip ettiniz, yorumlar yazdınız ve karşılıklı olarak birçok güzel şey paylaştık..

Çok sıkıcı olmadı mı sizce de bu giriş? TRT spikerleri gibi.. O yüzden başka bir giriş yapalım!

Biz burada yazarken deli gibi mutlu olduk, üzüldük, eğlendik, ağladık, güldük, sinirlendik, takdir ettik. Ve sizler buralardaydınız. Bazılarınızla tesadüflerle karşılaştık ve ev ziyaretine bile gittik! (Canım Tanye ve saygı değer sevgili)

En doğru ne şekilde anlatılır bilmiyorum ama burası bizim için çok önemli bir alan ve sizlerin iyi ya da kötü görüşleri de bizler için çok önemli. Günde 1000 kere refresh edilir mi bi sayfa?


Bu sebeple bu sayfayı takip ettiğiniz, bizimle yorumlarınızı paylaştığınız, zaman zaman çeşitli konularda bize destek olduğunuz için çok teşekkür ederiz. Sayenizde bu hayta blog 2 yaşına bastı bile!!!

Sunday, December 14, 2008

Bir ben var, benden içeri..

Kelimeleri ne yan yana ne alt alta dizesim var bu aralar. Tıpkı yemek yapmak, birikmiş çamaşırları yıkamak, işe gitmek, tv izlemek, düşünmek, kitap okumak istemediğim gibi. İçimde onlarca ben var da sürekli savaşıyolar, nedenini bile bilmediğim kavgalarla bağırış çağırış kaynatıyolar içimi. Bu hengamede kendimi duyamıyorum. Bir dakika düşünüp, nefes alıp, yoluma karar veremiyorum. Bu hengameden de, içimdeki tubiklerden de, sorumluluklarımdan da ölümüne kaçıyorum. Arkama bakmadan tazı gibi koşuyorum günde belki yüzlerce kez.
Bir yerlerde büyükçe bir hata yapmışım, bir kaç tubik eksik kalmış ve içimdeki diğerleri de o boşluğun karmaşasıyla düzeni oturtamıyorlar, karıştıkça karışıyolar. Sanki eksik olanlar da gelse, herkres vazifesini bilecek, herkes köşesinde sakince işini yapacak. Ama hangisi ya da hangileri eksik, onu bir türlü keşfedemedim, bulamadım. Eksiği bulsam, tamamlamak için neler yapmam gerek bilicem belki ama yok.
İçim karışık. Hem de çok. Yorgun bile değilim çünkü saatlerce uyuyorum. Uyanmak istemeyerek, rüyalarda kayboluyorum. Rüyalar gerçek olmadıklarından daha kolay geliyor bana. Sığınıyorum. Bunları burada anlatmam yersiz belki ama, ben giderek kayboluyorum. Çünkü içimdeki her tubik farklı bir tabela gösteriyor bana. Beynimin algıladığı en bana ait yer burası, o yüzden parmaklarım gidiyor klavyeye.
Söyleyecek pek de bişey yok. Tadım tuzum yok, keyfim yok, neşem yok. Atlamışım sonsuzuncu kattan, hala yere çakılamıyorum.

Saturday, December 6, 2008

Başyapıt


Tüm zamanların çekilmiş en ama en iyi Türk filmi. Tamamen doğal, özentilikten uzak, harika oyuncularla dolu, dünya çapında bir film. İzledikten 1 gün sonra bile halen etkisindeyim. Sömürü yapmadan ve kesinlikle aşırıya kaçmadan, bir aşk hikayesinin bu kadar iyi anlatıldığı bir filmi bir Türk yönetmenin çekmiş olması beni inanılmaz sevindirdi ve umutlandırdı. N'olur gidin, n'olur.


Çok uzun uzun konuştuk biz filmden çıktıktan sonra. Düşündükçe yeni şeyler bulduk filmde. Muhteşem bir sonu vardı filmin, ben burda satırlarca yazarım. Ama yazma yeteneğim kısıtlı olduğu için pası sevgili karıcım Tubik'e atıyorum. :)


O istediği gibi yorumlasın filmi.


Wednesday, December 3, 2008

Hırsız

Siz deli gibi çalışıyosunuz, para kazanmaya uğraşıyosunuz, birikim yapıyosunuz, evinize üç beş eşya alıyosunuz ve birileri gelip kapınızın kilidini iki hareketle kırıp malınızı, paranızı, eşyalarınızı çalıyorlar.

Bugün öğleden sonra canım annem ve canım babamın evine hırsız girmiş. E tabii ki her zaman olduğu gibi olayı en son ben öğreniyorum. Sebep de üzülürmüşüm. Sanki şimdi duyunca üzülmedim!

Abim beni arayıp durumu söylediğinde ilk başta hırsızın gece girdiğini ve annemle babama zarar verdiğini düşündüm. Ne de olsa hırsız gece girerdi ve akşamın 19:00'ında haber bana geldiğine ve bizimkiler hala polise ifade verdiğine göre fiziki ve maddi zarar büyük olsa gerekti. Ama bilemedim tabi, artık bir çok insan taklidi yapan mahlukun son yıllarda cahil cesaretine sahip olduğunu ve bu pastadan hırsızların da pay aldığını düşünemedim.

Meğer adam gündüz gözü, güneşli bir İstanbul öğleden sonrasında (Ne de güzel olur şehrimin kış güneşi) Göztepe'nin minibüs caddesi üzerindeki evimize (ki biz bu lokasyona şehrin göbeği diyoruz) girivermiş. Tıkladığınızda gelen çın çın metal sesinden çelik kapı olduğunu sandığımız kapının kilidini büyük bir hünerle kırmış, bir güzel, evimizin gezmedik köşesini bırakmamış ve bir takım etkiler bırakarak çıkmış. Bilanço komik, zannedersem bu arkadaş namusuyla çilingirlik yaparken bir gün bu Banker Sülo gibi namusundan nefret edip hırsızlığa merak sarmış, sms becerememiş. Kapı açmadaki hünerini hırsızlık yapmakta gösterememiş.

Annemin incecik altın kolyesini almış ama aynanın önünde kabak gibi duran mücevher kutusundan pırlanta yüzüğünü almamış. Dedemden kalma cep saati ve sedef tesbihi almış (ki her kayıptan daha büyük kayıptır bunlar bana göre) ama ucu elmaslarla kapatılmış uzun, erzurum taşından sigara filtresini almamış. Televizyonu götürebilmek için dolapların üzerinden örtü almış ama televizyonu götürmeyi beceremeyip apartmanın birinci katında bırakıvermiş.

İşin daha da komiği, televizyonu alsa elini kolunu sallaya sallaya çıkacak. Kimse de birşey sormayacak. Ama bu salak, televizyonu birinci kata bırakıp ortalığı kolaçan edicem diye apartman kapısının önünde dolanırken, 2. kattaki dişçinin sekreteri de orada köpek gezdiriyor. Adamın tuhaf hallerinden şüphelenip "Kimi aradınız ?" diye soruyor. Bu garibim de tek gördüğü isim olan dişçinin ismini söyleyip orada daha önce çalışmış birini soracağını söylüyor. E tabi sekreter de boş durmayıp orada çalıştığını, yardımcı olabileceğini söylüyor. İşler bu noktadan sonra karışıyor. Kapıcımız nihayet (ve bir zahmet) olaya dahil oluyor ve adamcağızın şakaklarından boncuk boncuk terler çıkıyor. En sonunda da bir bahane bulup sıvışıyor ve canım babamın en büyük akşam eğlencesi televizyona bir veda busesi bile veremeden apartmanın birinci katında kendisini terkedip olay mahalliinden kaçıyor. (Bu arada uzaktan kumandayı da cebine sokmuş, hatıra olarak saklar artık :)

Sonuç ne? Hiç bir zaman para etmeyecek ama hatıra değeri bize göre büyük bir takım eşya, televizyonu olmayan bir kumanda, incecik bir altın kolye.. Bir de abimin pantolonuna dadanmış ama zannederim bedeni olmadı ki evin kapısının önünde de onu bırakıvermiş.

Neyse değerli sevgili birtanecik okurlar. Demem odur ki artık para kazanmak, televizyon sahibi olmak çok kolay. Ne taksite gerek var, ne vadeye, ne ödemeye. Giriyorsunuz bir eve, alıyosunuz eşyaları ve çıkıyosunuz. Bizimki kadar salak da değilseniz, karlı bir iş olabilir.

Bizimki de keşke çilingirlik konusunda bir kariyer planlaması yapsaydı da, en azından bu kadar strese girmesine, korkmasına, tanımadığı köpekli bir kadına hesap vermek zorunda kalmasına, bu kadar zaman harcamasına gerek kalmasaydı. O kilidi değiştirmek için bizimkiler ne de olsa yarın bir 100 YTL verecek çilingire :D


Bizimkilerin morali epeyce bozulmuş, annem Allah'tan evde yoktu, ona zarar veremedi. Çok şükür bu kadar dalga geçilecek malzeme bıraktıracak bir durumda atlattık bu konuyu. Ama yine de hazmedemiyorum, göremediğim, ellerini öpemediğim iki dedemden kalma iki parça hatırayı aldı ve gitti elin adamı... Kıyamıyorum evlatlara bırakılacak o hatıralara...