30 Aralık 2010 Perşembe
16 Aralık 2010 Perşembe
DarmaDağınık
Herşeyin bir yeri olmalı hayatta, yoksa o şey; ne kadar gerekli olursa olsun, ne kadar özel ve sevilen bir şey olursa olsun farketmiyor... Sadece ve sadece insanın elinin altındaki dağınık oluveriyor.
Nereye kaldıracağınızı şaşırıyorsunuz, bir yere kaldırana kadar da oradan oradan atılıyor ve en sonunda ne yazık ki hırpalanıp gidiyor. Bize de ardından yas tutmak kalıyor.
İnsanlar ve ilişkiler gibi aynı.
Bazen yerimiz olmayan hayatlara uğruyoruz bir şekilde veya bizde konaklayan ama yerine koyamadıklarımız oluveriyor ömrümüzde.
Girdiğimiz yüreğin sahiplenmek istediğimiz her köşesinden başka bir yer sahibi çıkıyor karşımıza, sıkışıp kalıyoruz anıların gerçeklerle itişe kakışa yarattığı o daracık alana. Serpilip gelişemiyoruz hal böyle olunca da, boğulup ölüveriyoruz kalabalığın arasında.
Bize misafir olan sevdalarda da yaşanıyor aynı kalabalık belki de. Dostça karşılayıp buyur ettiğimiz yüreği bile kaybedebiliyoruz, bir türlü esas olması gereken yere oturtmayı başaramıyoruz çünkü. Ne özen gösterip ne de yerini bulup, sevdirmek için vakit bulamıyor, rutin telaşlar içinde koşturmaya devam ediyoruz, üstelik bu sefer onu da dağınık ediyoruz yolumuza. Haliyle de koşar adım üstünden geçtiklerimiz oluyor istemeden, elimizle hafifçe kenara itip yolu açtıklarımız olduğu gibi tıpkı. Sadece ihtiyaç duyduğumuzda tutup bir kenarından çekeleye çekeleye çıkarıyoruz o dağınık öbeğinin içinden, işimiz bittiğinde gene atıveriyoruz aynı öbeğin içine.
O yüzdendir belki de 'yalnızları' ve ' yalnız kalmayı seçenleri ' seviyor olmam.
Daha temiz, daha yalın, daha dolambaçsız, daha sıcak geliyor bana yürekleri, kıvrılıveriyorum hemen buyur edildiğim köşeye sessizce. Sahip olduklarını çoğaltmak derdinde değiller kimileri gibi ve o yüzden dağıtmıyorlar yüreklerini herkese, harcamıyorlar duygularını kalabalığın peşinde.
Ve yine o yüzdendir belki sık sık yalnız kalmayı özleyişim, daha yakın olabilmek için kendi yüreğime. Hırçınlığım ve keyifsizliğim de kendim için yer bulamadığımdandır belki de sahip olduğum bu koca dağınığın içinde...
------Görsel alıntıdır--------
15 Aralık 2010 Çarşamba
Siyah
Hüzün büyüten yüreklerin, kırgın bakışlı siyahına gömülmüş bir ümitti peşi sıra seğirttiğim ve nereye gittiğini bilmediğim. Ucundan tuttuğumda beni ısıtacak minicik bir güneşti belki de içinde görmek istediğim.
Dokunmak için uzandığımı sanırken aslında kaçtığımı fark ettiğim. Sorulmamış hiçbir sorunun cevabı yok kentinde, yitmiş gitmiş bir keman telinin son santiminde…
Rüzgarın öfkesine yenik düşmüş bir kağıt parçası, üstü yazılı. Kenarı kırılmış aynanın sırlı kıyısında bir damla gözyaşı…
Geçmişi olmayan bir hikayenin kim tarafından yazıldığı bile belli olmayan tek satırı, bir kitabın altı çizilmiş paragrafı veya hiçbiri…
'Yok'luk isteğinde 'var'lık ağrısına tutulmuşluk belki de…
Bilemediğime…
Öylesine…
------Görsel alıntıdır--------
14 Aralık 2010 Salı
Şehrin Kıyısında
Pazar günü malum olduğu üzere sevgili arkadaşlarımdan birini evlendirme telaşıyla düştük yollara. Havaya da güvenemediğimiz için köprü trafiğinden çekinip biraz erken geçtik Avrupa yakasına. Tam Sarıyer'e inmiştik ki denizde salınan balıkçı teknelerini farkettim. Yaklaşık 6-7 tane balıkçı teknesi, az açıkta ağlarını atmış balık peşine düşmüşlerdi.
Hazır vakit de var diye düşünüp yanımdakilerden müsade istedim ve indim arabadan aşağı. Ayağımda topuklu ayakkabılar, yüzümde makyaj ve siyah pantalon-ceket bir takım içinde turkuaz bir bluz ile Sarıyer Sahili'nde endam ettim yaklaşık bir saat kadar. Buz kestim! Manzaraya takılıp kaldım, insanların verdikleri emekleri izledim çıplak göz ile. Yeşil uzun balıkçı yağmurluklu adamların, elleriyle topladıkları ağdaki takılmış balıkları, bazen tekneye bazen de çığlık çığlığa beşleşen martılara atışlarını izledim uzun uzun.
Bir de sigara yakıp dumanını çekebilseydim içime keyfim tam olacaktı ama bırakalı 7 yıl olmak üzere neredeyse :)
Teknenin etrafını çevreleyen ağın toplanışına şahit oldum an be an. Küçücük bir motorun, denizle savaşa savaşa o koca balıkçı teknesini, sağa sola döndürebilmek için nasıl tüm gücüyle ileri fırladığını seyrettim.
Karabataklar, martılar, sahilde köpeklerini gezdiren insanlar, ayaz mı ayaz bir hava...
Arabaya geri döndüğümde bir saat geçmişti ve neredeyse ayaklarımı hissetmeyecek kadar üşümüş, yorulmuştum. Ama İstanbul'a sessizce şahitlik etmek herşeye rağmen mutlu ediyor beni, seviyorum şehrimi...
Ağ komple toplanana kadar birlikteydim bu Hasan Bey 1 isimli yeşil tekne ve ona emek veren tüm çalışanları ile. Onlar denizin üstünde, ben şehrin kıyısında. Aynı yürekte attık bir süre.
Onca emekten sonra, ağları daha dolu olsaydı keşke ama herkes mecburen hayattan hakkına düşenle yaşamıyor mu zaten?
Payınıza düşenin, sizi gülümsetecek kadar çok olması dileğiyle,
"Denizin üstünde ala bulut
Yüzünde gümüş gemi
İçinde sarı balık
Dibinde mavi yosun
Dibinde mavi yosun
Kıyıda bir çıplak adam
Durmuş düşünür
Bulut mu olsam gemi mi yoksa
Yosun mu olsam balık mı yoksa
Ne o ne o ne o ne o
Deniz olunmalı oğlum
Bulutuyla gemisiyle balığıyla yosunuyla
Bulutuyla gemisiyle deniz olunmalı oğlum... " (Z. Livanelli )
--Görseller, 12.12.2010 tarihinde İstanbul Sarıyer'de tarafımdan çekilmiştir---
13 Aralık 2010 Pazartesi
Soğuk...
3 Aralık 2010 Cuma
Kısaca
Ey Sevgili;
Sen; kısacık cümlelerinle, bana içinden çıkamadığım kadar büyük ve anlayamadığım kadar derin bir bilinmezlik veriyorsun. Halbuki ben; sana uzun, upuzun cümlelerle, tam da bana direk giden yollar inşa edip, sonra da karşısına geçip yolunu gözlüyorum.
Oysa sen; uzun cümlelerimi okumaya üşendiğin için anlamayı beceremiyorsun ve bizi erteliyorsun…
Ve ben beklemekten yoruluyorum...
Velhasıl sevgili, bir gün gelecek, senin yolunu aynı hevesle beklemekten çoktan vazgeçmiş olacağım ve benim cümlelerim kısalacak. Sen ise beni okuyup anlamak için kıvranacaksın, biliyorum. Anladığını anlatmak için uzatacaksın tüm cümlelerini bana doğru ama bu sefer de ben üşeneceğim sana.
Aynı ritimde akmadıkça, bir masalın toplamı BİZ olan iki öznesi olmamız da hiç mümkün olmayacak ne yazık ki…
Kısaca,
Sen kal sağlıcakla…
(görsel alıntıdır)
2 Aralık 2010 Perşembe
Koşturmaca / Şarj Olmaca
Nasıl yorgunum, nasıl, anlatamam.
Bu hafta istisnasız hergün sabahın kör karanlığında kalkıp başladım koşturmaya. Haftasonu yapılacak kamp için hazırlıklar kamp programı geç yapıldığı için son ana kaldı. Doktor randevularımı bir türlü denk getiremediğim için aynı diş kliniğinin iki ayrı doktoruna farklı günlerde gitmek yani iki günümü diş meselesine ayırmak zorunda kaldım. Bir Anadolu yakası, bir Avrupa yakası pinpon topu misali yuvarlandım durdum.
Tek başıma olsam mesele değil ama bir de okuldan döndüğünde karşılanması gereken bir yavru olunca işin içinde, insan yetişemezsem paniğiyle yürek çırpıntısından ruhunu teslim edecek hale geliyor resmen...
Haylazlıkta sınır tanımayan kuduruk kişiliğim; evdeki işlerim ve dışardaki mecburi koşturmalarım arasına bol bol da dost kaçamağı sıkıştırınca bittim ben, telef oldum bir nevii resmen :)
Bir doktor ve bir kuaför randevusu arasına, bir dosta kaçıp kahve içmek ve güzeller güzeli kedisini mıncırmak gibi bir eğlence ekledim hemen mesela.
Mesela dün... Sabah saat onbuçuk randevum öncesi bir başka sevdiğimle buluşup uzun bir kahvaltı keyfi yaptım Nişantaşında, özlemişim oralarda olmayı nicedir... Üstelik giderken eşim beni sabahın yedi buçuğunda 4Levent metro istasyonunda bıraktığı için uzun zamandır binmediğim metroya da binmiş oldum. Koridorlarında saksafon çalan siyah saçlı, tuhaf sakallı, ilginç tipli adamın "Portofino"su eşliğinde yürüdüm mesela Osmanbey çıkışına kadar...
Sonrasında çocukluk çağlarımdan bugünüme kadar itina ile taşınan dostluğumuzdan pek keyif aldığım bir başka isme yol aldım. Dükkanına girdiğimde önümüzdeki günlerde gerçekleşecek olan nikahı için davetiyelerini yazıyordu. Bir bekar yakışıklı daha evli adamlar kervanına katılıyor yani kısacası :)
Kahvelerimizi içtik dedikodu eşliğinde. Sonra birlikte çıkıp bankacı arkadaşlarımızla da birer kahve içelim diyerek Zincirlikuyu'ya zıpladık, tabii gene koşa koşa :)
Dünya kadar beyaz yakalı insan içinde bizimkileri bulmak kolay olmadı ama sevgi herşeyi çözüyor ki koca bir plazanın hemen önünde nihayet buluştuğumuzda uzun uzun sarışıp öpüşüp koklaştık şükrede şükrede :)
Unutmadan, bir ara anneme bile uğradık, çadır malzemesi bırakmak için. Annem ve misafirleriyle de öpüşüp koklaşıp hasret gidermem mümkün oldu ancak aşağıda abuk sabuk bir yere park etmiş adamcağızı fazla bekletmemek için ancak 3 dakika kadar sürdü :)
Sonrasında tekrar Anadolu yakasına geçerken köprüden boğazı seyrettim. "Ne güzel şehirsin sen İstanbul" diye çığlıklar attı içimden bir ses. Aslı'nın bir mim yazısında bahsettiği ve benim de canımın çekip ilk defa bir kitabını edindiğim Ayfer Tunç eşlik etti yoluma Taş, Kağıt Makas ile. Ne kadar geç kalmışım meğer... Bir solukta içine çekti beni hikayeler, gerçekten beğenerek okuduğum ender öykülerden oldu kitabın içindeki ilk üç hikaye ( son hikayeyi henüz bitirmedim ).
Nihayet eve vardığımda miniğimle de kavuştuk ve bu sefer de onun peşi sıra koşturmam başladı. Bir ödevi vardı ki görünce gözlerim fırladı yerinden. k sesini öğrenmişler, kı kı kı diye dolanmaktan boğazım patladı resmen :)
Sonra akşam yemeği telaşı.
Ve sonra bir önceki kampın yazı ve hatıralarını birleştirmek için oturdum ekran karşısına, gruba sürpriz olsun diye bir de ateş başında şarkı söylerken kaydedilmiş müzik dosyası ekledim sunuma.
Bütün işim bittiğinde artık ben de yeryüzünden silinmiş gibi hissediyordum kendimi. Yatağım, yastığım diye ağlaşa ağlaşa buldum odanın yolunu ve sabah saat altı olup saat çaldığında ancak açtım tekrar gözümü.
Şimdi böyle vır vır vır söyleniyor gibi gözüküyorum belki ama aslında tam tersi. Şöyle düşünüyorum ki insan hareket ettikce şarj oluyor ve hayatına hareket ekliyor. Bir kenarda oturup hiçbir şey yapmamaya alışmak çok kolay evet tembellik cezbedici ancak rutin haline geldiğinde insanın içinde birşeyler ölüyor. Çalıştığım zamanki koşturmamı özlemiş olacağım ki sabah, ayağımda bir kot, sokaklarda yürürken etrafımdan geçip giden, ofis kıyafetleriyle güne başlayan insanlara da imrendim sanırım biraz.
Belki de diyorum çalışmamaya karar verdiğim için aklım çalışmakta. Aç tavuk misali dönüp duruyorum darı ambarı fikri etrafında. Hep erteliyor insan kendi için yaptığı planları ve kendinden daha öne koyduğu bir sürü şey birikiveriyor yolunda. Bazıları, uğruna yaşamamanın bile mümkün olacağı büyüklükte sevgiler olunca da geriye kalan böyle uzaktan bakıp bakıp mırıldanmak oluyor tabii...
Neyse, çok uzattım. Biraz dolmuş muyum yoksa ne. Haftasonu kampı iyi gelecek umarım ruhuma :)
İyi bakın kendinize, dönüşte görüşebilmek dileğiyle...
29 Kasım 2010 Pazartesi
Ben hali
Şöyle bir geriye dönüp baktım da ne çok kelime sarfetmişim meğer farkına bile varmadan. Ne çok benden dolmuş sayfalar, ne çok ben olmuş buralar.
En sevdiğim hali de bu zaten, BEN hali. Olduğu gibi, içimden geldiği gibi. Her zaman da dediğim gibi hayatımda her ne olacaksa; kurmadan, kurgulamadan ve yalana dolana sarılmadan olsun, hepsi o.
Olmuyor gene de. Duygu; ne kadar özenip ne kadar sarıp sarmalarsan o kadar ihanet ediyor, o kadar acıtıyor zaman zaman. Hani herşeyin bir vakti var ya, o vakit de tamam belki, kimbilir...
Nazan Öncel dinliyorum saatlerdir, dönüyor dolaşıyor gene aynı yere geliyorum. 29Kasım 2010, Pazartesi, vardır elbet bir önemi...
Nazan Öncel - Gidelim buralardan
Dayanamıyorum...
28 Kasım 2010 Pazar
Hatıralar Geçidi
Erkek kardeşim uzun yol çarkçısı. Yani gemi adamı. Yani hayatı uzun deniz yolculuklarında geçiyor.
Ve dün mevcut olan Lodos yüzünden programları aksayınca, aslında dün gelmeleri gereken Haydarpaşa Limanı'na bugün sabaha karşı geldiler.
O nedenle bugün saat tam 12:00'de limandaydım. Haliyle de Haydarpaşa Garı'nın yanından geçip gittim limana. Garın yanından geçerken de o kısacık an içinde kendimi eski bir dostla gözgöze gelmiş ve sıcacık selamını almış gibi hissettim. Hızla aklımdan İstanbul-Antalya gidişlerimde Burdur aktarması yüzünden bin türlü zahmetine katlanıyor olmanın sıkıntısına ve otobüse nazaran en az 7-8 saat daha uzun sürüyor olmasına rağmen inad ile yaptığım tren yolculukları geldi. Sanırım birbirimizden çabuk ayrılmamak için yolculuk olabildiğince uzun sürsün istiyor ama buna kılıf olarak "şehire gelince deniz tarafından kucaklanma keyfi" bahanesini kullanıyorduk ismi lazım değil bazı arkadaşlarla :)
Sunay Akın'ın İstanbul'un Nâzım Planı'na kadar uzanıverdim dakikalar içinde. Candan Erçetin'in Kırık Kalpler Durağında şarkısını ne çok sevdiğimi düşündüm, klibinin garda çekildiğini düşünerek. Gar'da yapılan İsmek kermesinden çok severek aldığım yeşil taşlı kolyemi de takmadığımı hatırladım ne zamandır.
Günü tamamlayıp akşam saatlerinde eve döndüğümüzde haberlere göz atalım dedik ve karşımızda yanan bir Haydarpaşa Garı görüverdik ne yazık ki.
Hüzünlendim, üzüldüm, derin bir offf çektim şöyle en içimden koparcasına. Bin türlü söylentiyi göz ardı edip sana sahip çıkmadığım için kızdım kendime ve hiçbir sevdiğime kıyamadığım gibi sana da kıyamadım be Haydarpaşa Garı. Bir kez daha anladım ki insanın daha sıkı sarılması lazım sevdiklerine...
24 Kasım 2010 Çarşamba
Kadıköy'de bir Köşk
Evden çıkarken nereye gideceğimize dair en küçük bir fikrim yoktu.
İyi ki yokmuş çünkü kendimi bu yüksek tavanlı, tarihi dokusu korunmuş ve restore edilmiş, ferah salonlarının eşya kirliliğinden çok uzak dekorasyonu ile ruhu dinlendiren, şeker mi şeker servis elemanlarının kendinizi müşteri değil misafir gibi hissettirdiği bu şirin mekanda buluverdim.
Özlenmiş dost sohbetine benim kahvem, arkadaşımın çayı eşlik etti. Yeni açılmış ve o yüzden henüz kalabalıkla yorulmamış bu mekandan ben çok keyif aldım, sizlerle de paylaşmak istedim.
Kadıköy'de Bahariye Caddesi'nden Moda'ya ilerlerken Adliye'nin hemen bir üst paralelinde kalıyor Cafe Vamos Bien..
Unutmadan nikotin bağımlıları için de bir dip not; minik şirin bir bahçesi de var :)
Yol boyunca nereden esti bilinmez döne dolaşa aynı parçaya takıldık,
Sibel Alaş - Adam... ( dinlemek isterseniz buradan buyurun )
Şehrin göbeğinde ama sessiz, sakin, rahat ve şık bir ortam isteyenler özellikle not alsın derim, popülerleşip sukuneti bozulmadan önce tadını çıkarmak için acele etmek lazım :)
23 Kasım 2010 Salı
Uzaklarda Hayat...
Ben İstanbul'a; bu kocaman, eski, kalabalık ve yorgun şehre aşığım dostlar. Uzağında kaldığımda nefessiz kalmış gibi hissedecek kadar bağlıyım toprağıma.
Yorgun sabahların yitmiş tenhalarında üşümüş ellerimi bir İstanbul anısıyla ısıtmayı, telaşsız ve ağır adımlarımla parke taşlarına basmayı seviyorum. Boğazın bin türlü rengine dalıp çocukluğuma akmayı, orada bulduğum kek ve süt kokusunu içime çekmeyi, İstiklal'de sabahın bir köründe kolkola yürümeyi, kestaneciden közlenmiş bir kestane kapıp üfleye üfleye yemeyi, otobüse yetişmek için koşturmayı, rengarenk insanlarıyla bezeli caddelerini, ışıltılı vitrinlerini, tarihini, köhne ve çürümüş kokan eski sokaklarını, aniden yağan yağmuruna şemsiyesiz yakalanmayı, rakı&balık meyhanelerini ve hiç uyumadan dimdik duran büyüsünü seviyorum...
Ama biliyorum ki şehrin dışında da hayat var...
Hem de öyle doğal, öyle sıcak, öyle basit ki var olduğunu bilmek bile içimi ısıtıyor her karşılaştığımda. Konforsuz, bakımsız, iddiasız ve öyle sıradanlar ki.
İşte bu şehir aşıklısının gözünden, şehrin dışında kalan hayata açılan kapılardan birkaçı...
21 Kasım 2010 Pazar
Sessizliğin Satır Araları
Aşırı duygusal insanların en büyük acısı kırılganlıklarının sürekli kendilerine karşı silah olarak kullanılmasıdır.
Ve ben de aynı gruba giren bir 'aşırı duygusal' olarak sıklıkla olmasa bile bu anlamda suistimal edilmişimdir ne yazık ki. Hayat bizi hep iyi insanlar ve iyi duygularla mutlu etmiyor malesef :(
Kırılganlığın devamında insan canı tekrar yanmasın diye öyle bir kabuk oluşturuyor ki kendine, hani balyozla dalsalar aşamayacaklar gibi. İçinde sıcak, dışında taş gibi oluveriyor tüm duygular... Ve zaman bana da bir kabuk oluşturttu doğal olarak. Tek amacı var; kendimi korumak. Kötü olduklarını bildiğim ve yaklaşmalarına izin verirsem canımı tekrar yakacaklarını hissettiğim tehlikeleri görmemek için yüreğimi, gözlerimi ve tüm duyularımı kapatmama yarıyor o kabuk. Ve inanın işe yarıyor!
Ancak bazen sevdiklerimin ve yakınında olmak istediklerimin de dışarıda kalmasına sebep oluveriyor bu kabuk ne yazık ki. İstemeden giriveriyorlar kabuğun menziline. Aslında onlarla hiç ilgisi olmayan, üçüncü dördüncü kimliklerle bağlantılı olduğu için açıklayamayacağım ancak bir sebep ile onların hayatına da uzak durmamı gerektirecek kalp kırıklarımın arasında kalıveriyorlar öylece. Bakıyorlar yüzüme "Ne oluyor?" dercesine. Veya bazen soruyorlar "Nedir değişen?" diye... Yanıtlayamıyorum, susuyorum sadece ve bekliyorum sessizce. İşte o hallerde bana alınmasınlar, kırılmasınlar diye sessizliğimin altında yatan çaresizliğimi anlamalarından ve samimiyetim ile sevgime olan inançlarının sağlam olmasından başka edecek duam kalmıyor benim de.
Beni ürküten ve kendimi korumak zorunda olduğum tehdit çekip gidene kadar geldiği tarafta kabuğumda kalıp, yaralanmamak adına konunun tamamen dışında kalan başka sularda yüzerim her seferinde.
Bu zamanlarda tüm kalbimle umarım ki varlığım hızla soğumaz ayrı düştüğüm, uzağında kaldığım dostların o güzel, sıcak yüreklerinde...
------Görsel alıntıdır--------
13 Kasım 2010 Cumartesi
Bir Varmış, Hiç Yokmuş...
Bir varmış, bir yokmuş...
Zamanın birinde, bilinmeyen bir yerde bir kadın yaşarmış...
Kadın her akşam yatarken Allah'a, sabah olduğunda tekrar gözlerini açabilmek için dua edermiş. Ve hergün sabah uyandığında Allah'a hayatında olan herşey için teşekkür ederek güne başlarmış.
Bir evi, bir ailesi ve onu seven dostları varmış. İyi günlerde, kötü günlerde hep birlikte yaşar giderlermiş.
Kadın yalnız bırakılmaktan nefret eder ama yalnız kalmayı severmiş.
Yalnız kaldığı zamanlar, içinde bir yerlerde sakladığı, incitilmesin diye üstüne titrediği küçük çocuğu ortaya çıkarır, doya doya sever, sadece onunla ilgilenirmiş. Kendisinden başkasına güvenemez, kırılgan, duygusal, savunmasız çocuğun varlığını kimselere gösteremezmiş. Çünkü onun yaşadığı bu dünyada tutkulara yer olmadığı gibi hissedebilmek de neredeyse günahmış...
Kadının evinin hemen arkasında başkalarının gitmekten ölesiye korktukları bir uçurum varmış. Ve kadın her gün evinden çıkıp, yalnız kalmak için o uçurumun en kenarına kadar gider şarkılar söylermiş karşısındaki boşluğa. Şiirler okur, duygularını anlatırmış içinden geldiği gibi. Sonra boynunu büker, veda edip özgürlüğüne dönermiş evine, sevdiklerine gene.
Ve yine bir varmış, bir yokmuş...
Zamanın birinde, bilinmeyen bir yerde bir adam yaşarmış...
Adamın doğruları varmış, yanlışları da varmış. Hayatında çok insan varmış, çok sevgi varmış, çok dost varmış, çok hareket varmış. Etrafında dolaşan öyle çokmuş ki adamın tek başına bir tek nefes almaya dahi vakti yokmuş.
Adam bir gün yalnız kalmak istemiş ve yaşadığı yerin arkasındaki uçurum aklına gelmiş. Kimselere gözükmeden uçurumun kenarındaki ağacın altına gelmiş. Oturmuş, oturmuş, oturmuş...
Derken bir ses duymuş, çok uzaklarda bir kadın şarkı söylüyormuş sanki... Bu ıssız yerde bu sesi duymak onu şaşırtmış ama ses; içini ısıtmış, iliklerine işlemiş. Sesin sahibine ulaşabilmek için ilerlemiş uçurumun kenarına doğru. İlerledikçe ses yaklaşmış, yaklaştıkça daha da sıcaklaşmış. Tam uçurumun kenarına geldiği anda karşı kıyıdaki kadını görmüş. Kadın varlığını farkederse susar ve gider diye korkup saklanmış taşların arkasına, kadın gidene kadar nefes almaktan korkarak dinlemiş.
O gün, o uçurumun kenarında, karşı yakadaki kadın farkına bile varmadan dokunmuş adamın ruhuna. Adamın bile o ana kadar fark edemediği o koca boşluğa...
O günden sonra adam her gün herkeslerden gizli, uçurumun başına koşar olmuş. Kendisine şiirler okuyan, şarkılar söyleyen o ses olmadan hiçbir şeyden keyif almaz olmuş. Ve bir gün dayanamayıp o da katılmış karşı kıyıdan gelen sese, korkup kaçmasın diye dualar ede ede...
Birden bire karşı kıyıdan sesine ses verildiğini duyunca şaşırmış kadın, utanmış hatta. Ama hoşuna gitmiş. Susması ve gitmesi gerektiğini bildiği halde içinden kalıp devam etmek gelmiş. Günahmış ama olsunmuş... Saklamamış içindeki çocuğu, kirpiklerini yere indirmiş, mahçup ve kırılgan bir eda ile devam etmiş şarkı söylemeye.
Adam gülümsemiş kendi kendine. Artık içindeki boşluk yokmuş...
Kadın eskisi gibi uzun dualar etmiyormuş artık geceleri yatarken, "hemen yarın olsun!" diyormuş sadece...
Ve adam, gözlerini uçurumun karşı kıyısından hiç ayırmıyor, kadının yollarını gözlüyormuş yaşayabilmek için...
Zaman geçtikçe aralarındaki uçuruma dayanamaz olmuşlar her ikisi de. Kadın adamı beklemiş uçurumu aşıp yanına gelsin diye, adam ise kadını beklemiş herşeyi geride bırakıp koşup yanına gelsin diye. İkisi de öylece bekleşip durmuşlar aşkla uçurumun en kenarında. Tek bir kelime etmeden, milyonlarca duygu ile...
Hiç düşünmeden, duraksamadan içine atlayanların kavuştuğu bir uçurummuş meğerse Aşk; aşağı düşerken havalara uçtuğun...
------Görsel alıntıdır--------
10 Kasım 2010 Çarşamba
Bir 10 Kasım daha geçiyor üstünden...
Ulu Önderimiz Atatürk, bundan tam 83 yıl önce demişti ki;
Ey Türk gençliği!
Birinci vazifen, Türk istiklalini, Türk cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir.
Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegane temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni, bu hazineden, mahrum etmek isteyecek, dahili ve harici, bedhahların olacaktır. Bir gün, istiklal ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkan ve şeraitini düşünmeyeceksin! Bu imkan ve şerait, çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklal ve cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir.
Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler.
Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir.
Ey Türk istikbalinin evladı! İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi, vazifen; Türk istiklal ve cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda, mevcuttur!
Mustafa Kemal Atatürk
20 Ekim 1927
Yani demiş ki;
Ey Türk Gençliği!
Birinci GÖREVİN; Türk bağımsızlığını, Türk Cumhuriyetini, ebediyen
korumak ve savunmaktır.
Varlığının ve geleceğinin biricik temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir. Gelecekte bile, seni, bu hazineden, mahrum etmek isteyecek, iç ve dış düşmanların olacaktır. Bir gün, bağımsızlık ve cumhuriyeti savunmak zorunda kalırsan, göreve atılmak için, içinde bulunacağın durumun olanaklarını ve koşullarını düşünmeyeceksin! Bu olanaklar ve koşullar, hiç müsait olmayan bir durumda kendini gösterebilir. Bağımsızlık ve cumhuriyetini yıkmak isteyecek düşmanlar, dünya tarihinde benzeri görülmemiş bir galibiyet elde edebilirler. Zorla ve hile yapılarak kutsal vatanın, bütün temel siyasi devlet kurumları teslim alınmış, bütün temel ekonomik devlet işletmeleri ele geçirilmiş, bütün temel askeri devlet kurumları terhis edilip dağıtılmış ve yurdun her köşesi tamamen işgal edilmiş olabilir. Bütün bu koşullardan daha acıklı ve korkunç olmak üzere, ülkede, iktidara sahip olan hükümet ve devlet adamları gaflet ve sapkınlık ve hatta ihanet içinde olabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri kişisel çıkarlarını, işgalcilerin siyasi amaçlarıyla birleştirerek düşmanla işbirliği yapabilirler. Millet, yoksulluk ve sıkıntı içinde ezik ve bitkin düşmüş olabilir.
Ey Türk geleceğinin evladı!
İşte, bu durum ve koşullar içinde bile görevin, Türk bağımsızlığını ve
Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun güç, damarlarındaki asil kanda bulunmaktadır!
Mustafa Kemal Atatürk
Bundan 83 yıl önce, daha ortada hiçbir tehdit yokken bu tabloyu resmedebilmiş ve gelecek nesilleri uyarabilmek adına bu satırları kaleme alabilmiş bu büyük insanın dehasını, geleceği görüş kudretini reddedenlere gülüyorum, acıyorum sadece.
O zamanlar resmedilmiş ve şu an her satırıyla içinde bulunduğumuz duruma ise çok üzülüyorum. Üstelik ortalıkta hiçbir şey yokmuş gibi dolanıp "Abartıyorsunuz!" diyenleri ise inanın hiç anlamıyorum.
Yazıklar olsun!
Güzel ülkemin aydınlık insanları hiç unutmayalım olur mu; gene Ata'mızın dediği gibi;
"Büyük ölümlere matem gerekmez, fikirlerine bağlılık gerekir!"
8 Kasım 2010 Pazartesi
Minik bir Kaçamak
Haftasonu havayı fırsat bilip İstanbul dışına kaçmak için bahane saydık. Artık biliniyor muhtemelen, İstanbul aşığı ben; arasıra şehir dışına kafamı uzatıp nefes almak ve dinlenmek isteğiyle doluveriyorum. Yolculuklar beni yeniliyor diye düşünüyorum ve uzun yol yapmayı da seviyorum, hal böyle olunca pazar sabahı erkenden kalkıp, yedek kıyafetlerimizi, fotoğraf makinelerimizi de alıp doğru sise gömülmüş otobana attık kendimizi.
Alışkanlıklarına bağlı yapım aileye de sirayet etti yıllardır. Kahvaltı için yolumuzun her önünden geçişinde yaptığımız gibi bu sefer de Mehmetçik Vakfı Tesisleri'nde durduk. Böreklerimizi yiyip civardaki kedi, köpek ve kuşları da ilgimize boğduktan sonra Sapanca çıkışına kadar otobanda yola devam ettik ve kaçamağın ikinci molasını Sapanca Gölü kıyısında verdik. Hava hafiften sisten sıyrılmaya başlamıştı, göl kenarındaki pek şirin bir restaurantta kahvelerimizi içip güneşin altında kemiklerimizi ısıttık. Manzara öyle güzeldi ki benden özenip fotoğraf çekmeyi merak edinen yavrukuşumla birlikte yukarıda ve aşağıda da göreceğiniz üzere çılgınlar gibi fotoğraf çektik :)
Sapanca Gölü kenarında peşimize takılıp gül satmaya çalışan çingene bacılardan zar zor kurtulduktan sonra tekrar arabaya atlayıp bu sefer Meşelik Park Ormanı'na çevirdik rotayı. Ormanın içine kış bahçesi tadında bir tesis yapmışlar, son derece de kalabalıktı üstelik. Açık büfe kahvaltısı pek şık gözüküyordu ancak bizim karnımız tok, sırtımız pekti. 'Bir dahaki sefere!' diye not ettik hemen bir kenara... Ve işte karşınızda Meşelik Park Ormanı...
Fotoğrafların arasındaki o araba ne alaka demeyin sakın, o kadar sevdim ki verseler alıp gidecektim neredeyse :)) Ormanda deliler gibi dolanıp ağaçlara dolanmış olan sarmaşıkları oğluşa gösterip, hafif çapta Tarzanlık yaptıktan sonra bol bol da fotoğraf çekip gene koyulduk yola.
Öğlen yemeği yemek için seçtiğimiz Maşukiye'de durduk sonrasında. Maşukiye yolu çok ilginç arkadaşlar, gidenler ne demek istediğimi daha iyi anlayacaklardır mutlaka, daracık saçma sapan bozuk bir yoldan içeri girdiğinizde karşınıza öyle şirin ve geniş bir köy meydanı çıkacağını tahmin edemiyorsunuz. İlk meydandan sonra da Kartepe yolundan ayrılıp parke yolu izleyerek Maşukiye Tesisler Meydanı'na çıkıyorsunuz. Etrafta hediyelik eşyacılar, Alabalık çiftlikleri, su boyuna dizilmiş şirin restaurantlar, gürül gürül akan bir dere, bolca su sesi ve alabildiğine orman var.
Temiz hava hepimizi o kadar acıktırmıştı ki dayanamayıp hemen daldık bir restauranta. Dere kenarından su üstüne doğru uzanmış ahşap teraslardan birinde oturup odun fırınında kiremitte pişen nefis yemekleri su sesi eşliğinde indirdik midelerimize. Nefisti!
Gidenlere tavsiyemdir, mantar yemeden dönmesinler... Hala aklımda desem yalan olmaz valla :) Fırın ustası o kadar şeker ve hatırnazdı ki epey sohbet ettik, bana fotoğraf çekmem için mizansen bile yarattı fırının içinde :) İşini severek yapan insanlara duyduğum saygı arttı sayesinde. Yola biraz erken çıkıp direk Maşukiye'ye gidilirse aslında sabah kahvaltısı için de son derece keyifli bir seçim olabilir, biz gittiğimizde hala kahvaltı keyfinde olan onlarca masa vardı, epey de lezzetli gözüküyordu...
Yemek üstüne tekrar ormana dalıp ağaçlardan sarkan kuş yuvalarını seyredip alabalık havuzlarına takıldıktan sonra civar esnafla da sohbeti koyulaştırdık. Bir sonraki kamp için almayı düşündüğümüz güveç için uğradığım esnafın sohbeti de çok keyifliydi. Trabzon'dan 40 küsur yıl önce göçmüşler buralara, ufak çapta hediyeliklerle toprak kaplar satıyorlar. Akılları hala Karadeniz'de tabii ama buralı da olmuşlar nicedir... "Tencere büyüklüğündeki güveç kabını direk odun ateşinde pişirme yapmak için kullanabilir miyiz ki?" konusu üzerine başladığımız sohbet HES'lere, oradan da Fırtına Vadisi'ne kadar gitti birkaç dakika içinde :)
Haftasonu keyfimizi bitirip artık İstanbul'a dönme vakti gelmişti. Su almak için markete giren eşim, gün boyu uslu durduğumuz için oğluşa lolipop, bana da iki kutu bira alıp bizleri ödüllendirdikten sonra ne yazık ki kendisi araç kullanacağı için naneli şekere talim ederek Maşukiye'den ayrıldık.
Maşukiye çıkışında kurulmuş olan köy pazarını görünce her köy pazarına denk gelişte yaptığım gibi "Duralımmmm!" çığlığı attıysam da elimdeki biraya ve artık hakikaten yorgun olduğu her halinden belli olan oğluşa kıyamadığım için çok fazla ısrar etmedim.
Hatta daha aklımda Türkiye Off Road Şampiyonası 5. yarışını izlemek, Off-Road'culara takılmak, çamura bulanmış araçların arasında macera kokusunu içime çekmek, belki bir iki tur atmak için fırsat bulmak da vardı ancak vakitsizlik nedeniyle yapamadım ne yazık ki. Araçları ve yarışçıları gün boyu yanımızdan geçerken gördüğüm kadarıylan yetinip kendimi bira ile avuttum günün sonrasında :)
Güzel bir haftasonuydu, bu kedi mest olup döndü gene şehrin ışıklarına...
Bu tip gezi yazılarında eksikliğini hissettiğim bir konu ise maliyet meselesidir her zaman. Uzun uzun yazılır çizilir ancak iş maliyete gelince tek kelime edilmez nedense. Bu gidişe dur diyip derhal kaçamağın maliyetini döküyorum aşağıya:
Mehmetçik Vakfında börek&çay ile kahvaltı: 14.-TL ( 3 kişi )
Sapanca'da kahve keyfi: 8.-TL
Maşukiye'de öğle yemeği: 54.-TL ( 3 kişi, tıka basa yemek koşuluyla! )
Anneme, kendime ve kardeşime aldığım ufak tefek hediyelikler: 10.-TL.
Benzin masrafı ve 10.-TL yi bulmayan otoban masrafını da eklediniz mi tamamdır ;)
Etiketler:
Doğa Kamp Trekking
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)