Bu gerçek hikayeyi önce #arkeoloji_dünyası sayfasında kısa bir yazı olarak okudum.. Çok ilgimi çekti.. Okudukça hüzünlendim.. Günlerce "Bahe" aklımdan çıkmadı. "Bahe"nin kapının önünde umutla annesini beklediği canlı canlı gözümün önüne geldi durdu...
Araştırdım..Bu konuda ne varsa okudum..Uzun uzun yazmaya karar verdim....
ANNESİNİ BEKLEYEN BAHE....
Milliyet Gazetesi...Tarih 2014..
İlginç bir haber vardır gazetede..
"70 yıl annesini bekleyen Bahe vefat etti!!!"
Bahe'nin vefatı Süryaniler başta olmak üzere Mardin'de büyük üzüntü yaratır.. Mardin Valisi Ahmet Cengiz, Bahe'nin Mardin'in sembolü olduğunu belirterek, ölümünden büyük üzüntü duyduğunu dile getirir...
Peki kimdir bu zavallı Bahe?
İşte Mardin’in 14 km uzaklıktaki Bine-bil köyünde geçer Bahe'nin hüzünlü hikayesi...
Vedia ve tren istasyonunda hamallık yapan Hanna Süryani çiftinin 1928 doğumlu çocuğudur Circis Kaplan.
Annesi Circis’e “Bahe” lakabını takar. Mardinliler de, Süryanice bülbül manasına gelen ve doğduğu köyün ismi olan “Binebil” lakabını da eklerler. Böylece Circis Kaplan artık “Bahe Binebil” olarak bilinir.
Bu yeni doğan çocuk mutluluk getirmiştir eve. Ama kaderi ne olacaktır.
Ne öykü bekliyordur yaşanmışlıkta, bilinmeyenin sırrıyla, yaşamın yeni nefesine başlamıştır Bahe. Yaşanmışlıklar artar..Yıllar geçmeye başlar... Sevecen yüzüyle Bahe hep ailenin ilgi odağı olur..
Ama sonrasında Bahe'nin hayatını değiştiren birşey oldu..
Vedia evin işlerini yaparken avlunun sıcaklığından kaçıp kenara geldi. İki yaşına gelen Bahe’sini uyutmuştu.. Yanağını öperek işlerini halladebilmek, biraz daha çalışabilmek için kuyunun kenarına Bahe’yi usulca bıraktı. Üzerini ince bir şekilde örttü.
İçeri girdikten dakikalar sonra, şiddetli bir bebek sesi ve ağlaması duydu. Avludan çığlık sesleri yükseliyordu. Duyulmadık bir korku ve inanılmaz iç geçiren bir ses etrafı sarmıştı. Koşarak Bahe’nin yanına yaklaştığında avludaki horozun uyuyan Bahe’ye yaklaşıp hışımla onu gagaladığını ve burnunu, yüzünü kan revan içinde bıraktığını gördü.
Bahe çok korkmuş küçücük bedeni irkilmiş, ruhu geri dönüşümü olmayan yaralar almıştı. İrkildi. Ağlamaktan soluksuz kalan evladını aldı. İç geçire geçire ağlayan Bahe‘yi sakinleştirmeye çalıştı. Yarasını sildi. ...
Derin yara sadece yüzünde değil ruhunda, bilincinde de kapanmaz izler bırakır Bahe’nin. Bahe, o günden sonra daha bir çekingen, daha bir ürkek olmaya başlar ve öyle de yaşar.
Yaşamında iz bırakarak giden kaderinin, ilk yaraları artık başlamıştır. Hayat Bahe ile beraber ailesinin evinde, yaşamın varlıklarından biraz yoksun devam eder, gider. Bahe büyür…
Akranlarına göre yaşamdan ve gelişimden biraz daha geridir. Daha korkak daha zor öğrenen ve öğretilenleri daha zor yapan ,algılaması daha yavaş bir yapısı oluşur. Ama işlerinde kimseye zarar vermeyen, en seveceni de odur. Bahe dört yaşlarına gelince, anormal davranışları zihninde oluşan hasarı belli eder. O şu an, kimseye zarar verecek davranışlarda bulunmuyordu ama akranlarına kıyasla zihinsel gelişimi geç ilerliyor, geç gelişiyordu. Öyle ki, bir ömür boyu manastırda yaşamış olmasına ve ana dil olarak Süryaniceyi konuşmalarına rağmen onun Süryaniceyi ömrü boyunca öğrenememesi, sadece ailesinden öğrendiği Arapçayı konuşması hep dikkat çeker. Oyunların vazgeçilmez çocuğudur. Ama nedendir bilinmez, Bahe o talihsiz olaydan sonra hep yaşamdan geridir. Vücudu gelişir ama aklı, ruhu çocukluktan öteye geçemez..
Babası Hanna’nin yanına gelen adam taşınacak yük olduğunu söyler. Bir iki gündür rahatsız olduğunu söyleyen Hanna eve para götürme derdine, yorgunluğuna rağmen işi kabul eder. Biraz soluklanır. Hava sıcaktır. Kalkar trenin yanına gider. Trenden ilk yükünü sırtına alır ve büyük duvarın dibine bırakır. Hafif göğsü ağrımaya başlar, nefesi tıkanır gibi olur. Mertliğe yenilip yükü de bırakamaz. İkinci yükü de sırtına alır duvara doğru yönelir. Ağrı şiddetlenir, ayaklarını atamaz hale gelir, yol büyür, uzar, yük ağırlaşır. Zorlukla yürümeye devam eder. Duvara yaklaştığında eğilip yükü sırtından atar ve oracığa yığılıp kalır.
Arkadaşları yetişir. Ama Hanna bu dünyadan göçmüştür. Eve kara haber gelir. Kader tekrar işlemeye, yaralara yara katmaya başlamıştır. Matem, üzüntü, gelecek kaygısı, baba yokluğu evi sarar. Hüzün varken, hiçbir şeyin farkında olamayan, bilmeyen tek Bahe’dir. Kader Bahe’ye bir çizgi daha eklemiştir. Beş yaşlarındaki Bahe babasının anlamsız gidişinin zamanla ne olduğunu öğrenecektir. Vedia kocasının bu dünyadan göçmesinin yükünü tek başına çekemez hale gelir. Düşünür çözüm yolu arar. Çocuklar çalışacak, eve katkı olacak durumda değildir. Bir de dul kalmanın, dul yaşamanın zorlukları onu çok rahatsız etmeye başlar.
Zaman içinde Bahe’de sorunlar daha da belirmeye başlar. Zor öğrenen, zor anlayan yapısı, özel bakım ve ilgi gerektirir. Akranlarına göre her konuda geridedir. Bu son zamanda da hep fazla emek Bahe’yedir. Vedia geceyi zor geçirir. Kafasına, "ailesinin yanına, Suriye’ye gitme düşüncesi" iyice yerleşmiştir. Çocuklarını da alarak baba ocağına dönmek istemektedir.
Kararını verir baba ocağı Suriye’ye gidecektir. Asıl zor olan Bahe’dir. Ne şartlar elverişlidir, ne de gücü vardı olacaklara. Ne yapacaktı Bahe’yi? Aklını kemiren tek düşünce budur. Oralara götüremez, bakamaz ve büyütemezdi. Karanlık gece, kendi düşünceleriyle daha da karanlık ve karamsar hale gelir. Kararını verir. Bahe’yi Deyrül Zafaran Manastırı'na bırakacak orada yaşamını sürmesini sağlayacaktır. Bu, bir ananın diğer çocukların geleceği için; kendisi, yaşam mücadelesi, yüreği, mantığı için alınacak en zor ve en son karardır…
Baba ocağına taşınma vakti gelmişti. Her şey hazırlanmış, yolculuk için an bekleniyordu. Ama hayatın en zor anı, aile için Manastıra yönelmekti. Manastıra gelirler. Artık Bahe’yi bırakıp ondan ayrı, bilinmez bir kadere onsuz gideceklerdi. … Manastırın koca kapısı açıldı. Aileyi karşıladılar. Vedia, Bahe’nin elinden sıkıca tutmuş, avlunun ortasına geldiler . Bahe’yi Mardin'deki manastıra bırakır. Annesi son defa sarılır ve “biz geleceğiz” der. Kapıya kadar tekrar eder: “Biz geleceğiz Bahe”.
Kapı adeta, yaşamın ikiye böldüğü aileye ,iki ayrı kaderi başlattı. Vedia hıçkırarak, çocuklar durmaksızın ağlayarak, uzaklaştılar... Her an uzaklaşmaları arttı. Yürek beraber, mesafeler ve aile ayrı haldeydi artık.. Kapanan kapının sesi ardında, yaşamını geçireceği Deyrul Zafaran Manastırı`nın avlusuna geldi. Manastır ve çalışanlar onu yüreklerine bastılar. Sahiplendiler. Günler günleri, yıllar yılları kovaladı. Verilen her işi yaptı. Ne karşı çıktı, ne de insanları üzdü. Yalnızlığı, anasından uzaklaşması, kardeşsizliği, babasının yıllar önce dünyadan göçmesinin üzüntülerini hep kalbinde yaşadı. Beklediği sevgiyi yaşamı boyunca hep tebessümüyle sevecenliğiyle verdi. Kapıya gelene hep, ilk, o koştu. Yüreğinde , kulağında hep "Biz geleceğiz!" sesinin kalbine bıraktığı bitmeyen umuduyla bekledi.
Zaman geçti. Bedeni büyüdü ama ruhu hep aynı kaldı. Çocukluk, ruhundan hiç ayrılmadı. Çocuk ruhu büyüyen bedeninde kaldı. Hep saf ruhu, temiz kişiliği, bu dünyada olması gereken örnek insan yapısını sergiler gibiydi. Belki de Bahe, Tanrı'nın manastırda gerçek temiz ruhun nasıl olaması gerektiğini sergilemek ister gibi, insanların görmesini istediği bir yaşam şeklini, bir benliği sunuş şekliydi. Yıllarını verdiği manastırda, Mardin’de çocuk kişiliği, ama büyüyen bedeni, saf kişiliğiyle simge haline geldi. Bayram kutlamaları onsuz olmazdı. Ruhu, dünyası ayrı bir hayat kattı ona. Bayramlarda Mardin’i ziyaret etmek, evlere gitmek, insanlardan hediyeler almak ona çocuk ruhunun en güzelliklerini yaşattı. Bir çocuğa verilen en ufak hediye sevincini tüm yaşamı boyunca hep hisseti. Mutlu oldu hediyeler aldıkca. Aldığı hediyeleri hep güvendiklerine emanet etti. Dönüp dönüp bir de sordu. "Kaybolmaz değil mi?" diye. 1928 yılında başlayan yaşam, manastıra bırakıldığı andan itibaren, kapıdan Münire, İlyas ve Behiye gelecek diye umutla geçti. İlk zamanlardaki umudu artık alışmaya ve kabullenmeye dönüştü. Kapıdan geleni ilk o karşıladı, en sevecen haliyle hep buyur etti.
Tam 70 yıl annesini bekler. Kalbi dayanamaz ve 2014 yılında Deyrulzafaran’da vefat eder..
Son olarak....
Mardin Kırklar Kilisesi başpapazı Gabriel Akyüz der ki..“Annesi 6 yaşında iken kendisini Delrulzafaran Manastırı’na bırakıp gitti. Ölene kadar yani 76 yaşına kadar annesini bekledi.. Her kapıya koştu, hep annem mi diye merakla bekledi. Ama annesi bir daha gelmedi“ diye bu acıklı hikayeyi anlatır...
25/8/2018
Ece Aymer
#tarihikentmardin
#arkeoloji_dunyası
Saturday, August 25, 2018
Wednesday, August 22, 2018
HAYATIMIZIN ÖMRÜ 3 DURAK
HAYATIMIZIN ÖMRÜ 3 DURAK
Dolunca beynim, yüreğim...Yazıyorum.. Yürürken, aklıma geliverince köşedeki duvara oturup yazıyorum.. Cafede gelip geçeni seyrederken yazıyorum.. Gece not alıyorum, gündüz aklıma geleni notlarımla birleştirip yazıveriyorum..
Yazmak sadece bir eylem..
Yazdıkça yaşadıklarımı ve kendimi anlamlandırıyor, daha iyi anlıyor ve algılıyorum. HAYATIMI YAZDIKÇA GERİDE BIRAKARAK VEDALAŞIYORUM..Hayatımı yazdıkça kendimi beğeniyor kendimle barışıyorum.. Aslında yazdıkça rahatlıyor, yeni yaşayacaklarım için yer boşaltıyorum.
TEK İSTEĞİM DÜNKÜ BİRŞEYDEN DAHA BİRŞEY OLAYIM..
Daha mükemmel de olabilirim, daha istekli, daha kırgın, daha üzgün, daha yorgun, daha verimli, daha geç uyanan, daha duyarlı...
Bazen uyandığımda, hayatın, benim çabalarım haricinde, tam da zamanı geldiği için sinyal göndermesini beklediğim oluyor.. Sabırlı ol Ece.. Bu kadar işi yalnız başına başardın sen mi yapamayacaksın, kendine biraz zaman ver, derin nefes al, dinlendir şu yorulan bedenini diyorum.. Bazen de bana bu kadar inananlar garip bir yükün altına sokuyor beni.. Belki de menopoz gibi üretkenliğin de bir sonu vardır diyorum... Sonra bir bakıyorum... Ertesi gün herkesi yatağından kaldırmak istiyorum hadi ne duruyoruz çalışalım bunu da yapalım şunu da...Herkesi abondan ediyorum...Öylesine enerjiyle doluyorum...
Eskiden utanırdım, saklardım kötülerimi.. Şimdi ruhumu tanıdıkça beni mutsuz eden herşeyi, zaaflarımı, sevmediklerimi, çocukken yıllarca tacize uğradığımı SANSÜRSÜZ ANLATIVERİYORUM..
Ölümün hayatımızın bir parçası olduğunu çok yeni idrak ettim. Annemin hastalanmasından sonra, ermiş gibi hissediyorum artık kendimi.. Hiç birşey eskiden baktığım gibi değil.. Durgunum, çok uğraşmıyorum, yarışmıyorum, kabulleniyorum... Daha kendimle, daha herşeyle barışık...
Yazarak içime konuşuyorum..
Neysem oyum artık.. İçim dışım zaten birdi ama şimdi tüm şefffafım.. ...Daha çok gülüyorum, daha çok ağlıyorum, daha çabuk kırılıyorum ama daha da çok hoşgörüyorum. Her sıkıntımda yalnızlığıma, müziğe, mutfağıma, dergilerime, fotoğraflar cekmeye, hayvanlara sığınıyorum.
Zaten doğaya aşığım...Zaten çimene dayanamam. Zaten gökyüzünü saatlerce seyrederim. Zaten yanımdan geçen her köpeğin başını okşarım.. Şimdi kaldırıma, toprağa oturup onları daha da çok seviyorum, oynaşıyorum..
Her çocukla konuşuyorum..Kötülükten ve enerjimi emenlerden kaçıyorum.. Aslında çok sabırlıyım.. Ama şimdi anlamsız hayallere kapılıp gereksiz mücadele etmiyorum.. Beni istemeyeni ben hiç istemiyorum "Beni haketmiyor.. Maalesef kaçıran, kaybeden o..."deyip asıl onlar adına üzülüyorum..Hiç peşlerinden koşmuyorum.. Benim değerimi bilene yöneliveriyorum.."Next Please...."
Anı yaşıyorum.."Seni ömür boyu seveceğim" diyen yerine "şu an yanımda olsan" diyeni tercih ediyorum..
Bazen bakıyorum.. İnsanlar tembelleşmek, yakınmaya başlayabilmek, birisi evde onu beklerken o yeniden tehlikeli sularda adrenalin yüklemesi yapabilmek için birilerini arıyorlar.. Uzun süreli ilişkilerde artık kilo alabilir, artık kendini beğendirmek için makyaj yapmayabilir, artık mükemmeli oynaması gerekmez, artık kokabilir, artık bir kenarda yaslanacağı bir omuz vardır, hatta nasıl olsa o artık ona bağımlıdır, onu daha iyi anlayan yeni heyecanlar restoranda yan masadadır, telefonun ya da messengerın bir tık ötesindedir... RUHUNUN DALGINLIĞINI, KİRLİLİĞİNİ TEMİZLETMEK IÇİN ETRAFTA TEMİZLİKÇİ ARAYANLAR.
Beklemeyi de sevmiyorum artık.. Tam da bu yüzden hemen, şimdi aklımdan geçeni yapmak, konuşmak, yazmak istiyorum...Geniş zamanlı planlar ürkütüyor beni.. Her yere geç kalan ben, artık kendime feyk atmak için her
yere vaktinden önce gidiyorum.
Bazen sıkıntıdan, bazen huzurdan susuyorum.Bazen çok daraldığımdan, bazen çok neşelendiğimden yazıyorum.. BU İKİSİNİN FARKINI BİLENLERLE ILETİŞİM KURUYORUM..
Hayat sakin yaşayınca ne kadar farklıymış. Yürüyen merdivende artık yürümüyorum.. Bir müzik dinleyince üşenmiyorum saatlerce diğer parçalarını araştırıyorum. Uzun uzun telaşsız hiç denemediğim zor yemekleri yapıyorum...
Ortalığı toplamıyorum. Saatlerce köpeğimin tüylerine dolaşan dikeni çıkarmaya çalışıyorum.. Keyif alarak hissederek.. Söylenerek küfrederek değil... Sinemada film bitince çıkmıyorum, en son setçisinin ismine kadar okuyorum. İsmim okunana kadar uçağa binmiyorum, uçağın içinde ayakta kanter içinde kalabalığı bekleyeceğime keyfimi bozmuyorum kitabımı okumaya devam ediyorum...İnce dudaklarımı, "Beyonce" bacaklarımı, kırışan ellerimi kabul edip, kendi bedenimle barışıp, hatta artık biraz da teşhirci olarak kendi kendime meydan okuyorum..
Ne kadar çok şeyi susuyoruz aslında değil mi? Sevilmek için, aykırı düşmemek için, kabullenilmek, öteki olmamak için...Terk edilmemek için.. Kaybetmemek için..Egomuzdan ödün vermemek için...Vaktimizi böyle geçirirken aslında en değerlimizi, ZAMANIMIZI kaybetmiyor muyuz?
Anlayacağınız....
Canım arkadaşlarım hayat kısa.. Sözün bittiği yer bitsin artık.... Ölüme koşan şu hayatlarımızda, biraz daha güzel işler yapalım, daha estetize yaşamlar sürelim, iyilikten yılmayalım, utanmayalım, güzeli doğruyu susmayalım.. Ne dersiniz?
Çünkü hepitopu HAYATIMIZIN ÖMRÜ hepimiz için 3 DURAK...
22 Ağustos 2018
Ece Aymer
Dolunca beynim, yüreğim...Yazıyorum.. Yürürken, aklıma geliverince köşedeki duvara oturup yazıyorum.. Cafede gelip geçeni seyrederken yazıyorum.. Gece not alıyorum, gündüz aklıma geleni notlarımla birleştirip yazıveriyorum..
Yazmak sadece bir eylem..
Yazdıkça yaşadıklarımı ve kendimi anlamlandırıyor, daha iyi anlıyor ve algılıyorum. HAYATIMI YAZDIKÇA GERİDE BIRAKARAK VEDALAŞIYORUM..Hayatımı yazdıkça kendimi beğeniyor kendimle barışıyorum.. Aslında yazdıkça rahatlıyor, yeni yaşayacaklarım için yer boşaltıyorum.
TEK İSTEĞİM DÜNKÜ BİRŞEYDEN DAHA BİRŞEY OLAYIM..
Daha mükemmel de olabilirim, daha istekli, daha kırgın, daha üzgün, daha yorgun, daha verimli, daha geç uyanan, daha duyarlı...
Bazen uyandığımda, hayatın, benim çabalarım haricinde, tam da zamanı geldiği için sinyal göndermesini beklediğim oluyor.. Sabırlı ol Ece.. Bu kadar işi yalnız başına başardın sen mi yapamayacaksın, kendine biraz zaman ver, derin nefes al, dinlendir şu yorulan bedenini diyorum.. Bazen de bana bu kadar inananlar garip bir yükün altına sokuyor beni.. Belki de menopoz gibi üretkenliğin de bir sonu vardır diyorum... Sonra bir bakıyorum... Ertesi gün herkesi yatağından kaldırmak istiyorum hadi ne duruyoruz çalışalım bunu da yapalım şunu da...Herkesi abondan ediyorum...Öylesine enerjiyle doluyorum...
Eskiden utanırdım, saklardım kötülerimi.. Şimdi ruhumu tanıdıkça beni mutsuz eden herşeyi, zaaflarımı, sevmediklerimi, çocukken yıllarca tacize uğradığımı SANSÜRSÜZ ANLATIVERİYORUM..
Ölümün hayatımızın bir parçası olduğunu çok yeni idrak ettim. Annemin hastalanmasından sonra, ermiş gibi hissediyorum artık kendimi.. Hiç birşey eskiden baktığım gibi değil.. Durgunum, çok uğraşmıyorum, yarışmıyorum, kabulleniyorum... Daha kendimle, daha herşeyle barışık...
Yazarak içime konuşuyorum..
Neysem oyum artık.. İçim dışım zaten birdi ama şimdi tüm şefffafım.. ...Daha çok gülüyorum, daha çok ağlıyorum, daha çabuk kırılıyorum ama daha da çok hoşgörüyorum. Her sıkıntımda yalnızlığıma, müziğe, mutfağıma, dergilerime, fotoğraflar cekmeye, hayvanlara sığınıyorum.
Zaten doğaya aşığım...Zaten çimene dayanamam. Zaten gökyüzünü saatlerce seyrederim. Zaten yanımdan geçen her köpeğin başını okşarım.. Şimdi kaldırıma, toprağa oturup onları daha da çok seviyorum, oynaşıyorum..
Her çocukla konuşuyorum..Kötülükten ve enerjimi emenlerden kaçıyorum.. Aslında çok sabırlıyım.. Ama şimdi anlamsız hayallere kapılıp gereksiz mücadele etmiyorum.. Beni istemeyeni ben hiç istemiyorum "Beni haketmiyor.. Maalesef kaçıran, kaybeden o..."deyip asıl onlar adına üzülüyorum..Hiç peşlerinden koşmuyorum.. Benim değerimi bilene yöneliveriyorum.."Next Please...."
Anı yaşıyorum.."Seni ömür boyu seveceğim" diyen yerine "şu an yanımda olsan" diyeni tercih ediyorum..
Bazen bakıyorum.. İnsanlar tembelleşmek, yakınmaya başlayabilmek, birisi evde onu beklerken o yeniden tehlikeli sularda adrenalin yüklemesi yapabilmek için birilerini arıyorlar.. Uzun süreli ilişkilerde artık kilo alabilir, artık kendini beğendirmek için makyaj yapmayabilir, artık mükemmeli oynaması gerekmez, artık kokabilir, artık bir kenarda yaslanacağı bir omuz vardır, hatta nasıl olsa o artık ona bağımlıdır, onu daha iyi anlayan yeni heyecanlar restoranda yan masadadır, telefonun ya da messengerın bir tık ötesindedir... RUHUNUN DALGINLIĞINI, KİRLİLİĞİNİ TEMİZLETMEK IÇİN ETRAFTA TEMİZLİKÇİ ARAYANLAR.
Beklemeyi de sevmiyorum artık.. Tam da bu yüzden hemen, şimdi aklımdan geçeni yapmak, konuşmak, yazmak istiyorum...Geniş zamanlı planlar ürkütüyor beni.. Her yere geç kalan ben, artık kendime feyk atmak için her
yere vaktinden önce gidiyorum.
Bazen sıkıntıdan, bazen huzurdan susuyorum.Bazen çok daraldığımdan, bazen çok neşelendiğimden yazıyorum.. BU İKİSİNİN FARKINI BİLENLERLE ILETİŞİM KURUYORUM..
Hayat sakin yaşayınca ne kadar farklıymış. Yürüyen merdivende artık yürümüyorum.. Bir müzik dinleyince üşenmiyorum saatlerce diğer parçalarını araştırıyorum. Uzun uzun telaşsız hiç denemediğim zor yemekleri yapıyorum...
Ortalığı toplamıyorum. Saatlerce köpeğimin tüylerine dolaşan dikeni çıkarmaya çalışıyorum.. Keyif alarak hissederek.. Söylenerek küfrederek değil... Sinemada film bitince çıkmıyorum, en son setçisinin ismine kadar okuyorum. İsmim okunana kadar uçağa binmiyorum, uçağın içinde ayakta kanter içinde kalabalığı bekleyeceğime keyfimi bozmuyorum kitabımı okumaya devam ediyorum...İnce dudaklarımı, "Beyonce" bacaklarımı, kırışan ellerimi kabul edip, kendi bedenimle barışıp, hatta artık biraz da teşhirci olarak kendi kendime meydan okuyorum..
Ne kadar çok şeyi susuyoruz aslında değil mi? Sevilmek için, aykırı düşmemek için, kabullenilmek, öteki olmamak için...Terk edilmemek için.. Kaybetmemek için..Egomuzdan ödün vermemek için...Vaktimizi böyle geçirirken aslında en değerlimizi, ZAMANIMIZI kaybetmiyor muyuz?
Anlayacağınız....
Canım arkadaşlarım hayat kısa.. Sözün bittiği yer bitsin artık.... Ölüme koşan şu hayatlarımızda, biraz daha güzel işler yapalım, daha estetize yaşamlar sürelim, iyilikten yılmayalım, utanmayalım, güzeli doğruyu susmayalım.. Ne dersiniz?
Çünkü hepitopu HAYATIMIZIN ÖMRÜ hepimiz için 3 DURAK...
22 Ağustos 2018
Ece Aymer
Saturday, August 18, 2018
Deprem....
16 ağustos 1999 gecesi...
Bilkent'ten bölümden geç geldim eve..Yorgun ve çok açtım.. Kocaman bir salata yaptım..Hakan geldi.. Her zamanki gibi evin ön verandasında sofrayı kurduk.. Can 2 yaşında... Hava o kadar sıcak ki çok fazla oturamadık sofrada...
Bir ara Hakan'la elele gökyüzüne baktık... Hala o kadar net hatırlıyorum ki....Yıldızlarla kaplanan gökyüzü...Daha önce Ankara'da hiç bu kadar yıldızı bir arada görmemiştim....Hala aklımdadır o geceki gökyüzü... Görmeyen insana anlatılamayacak bir gökyüzüydü..... Sanırım o gün gökyüzü bize anlayamadığımız bir şeyler anlatmak istiyordu....
Ben biraz televizyon seyrettim.. Hakan ertesi sabah ameliyata girecek olan babasını düşünürken, üstelik pazartesi gününün verdiği iş yorgunluğuyla da çoktan televizyonun karşısında uyuklamaya başlamıştı... Can sıcaktan don atlet vaziyetlerinde, her zamanki gibi askerleri ile oynadı bir dışarı bir içeri girmekten yorgun düştü, "uykum geldi benim"dedi..
Sıcaktan bir türlü yukarı kata gidip uyumak istemiyordum ama ertesi sabah kayınpederime hastaneye ziyarete gideceğimiz için de sabah erken kalkacaktık...O yüzden Can'la birlikte gece saat 10 gibi Can'ın karyolasına ikimiz de sığıştık, her gece olduğu gibi kitap okuma faslına giriştik... Onun da benim de gözlerim kapanmaya başlayınca saat 11 gibi Can'ı yatırdım ve aşağı indim .... Hakan'ı uyandırdım.. "Hadi böyle koltukta iki büklüm uyuma.. Yukarı gel.." dedim, yatağa çağırdım.... İstemeye istemeye sıcaktan bunalmış vaziyette yattık....
Dalmışım.....
Bir ara Hakan'ın .."Ece ben uyuyamıyorum en alt kata iniyorum orası serindir..." dediğini duydum....
Sonra yine dalmışım....
Kilometrelerce uzaktayız depremin çıkış noktasından...
Oralarda sabaha karşı yaşanan akla hayale gelmeyecek panikler korkular ölümler acılar, Ankara'da bir evde yaşananlarla ne kadar kıyaslanabilir ki...
Sonradan öğrendik ki herşey sabaha karşı 3'de olmuş ve sadece 45 saniye sürmüş...
Beklenmedik bir yatak sallanması ve yine gece yarısı uyurken ummadığım korkunç bir kapı gıcırtısı ile uyandım...
Her yer karanlık...
Uykudan uyanınca aniden çözemediğim ve düşünemediğim bir şekilde sanki yatak odamızın kapısı duvardan ayrılıp tekrar yerine geliyordu...Tahtanın duvardan ayrılıp tekrar yerine gelme sesi...Hala kulaklarımda...
Yatakta o kadar sallandım ki...
Bu gibi durumlarda çok ani karar verebilen bir insanım ve galiba 30. saniyede kendimi yataktan kurtarmayı akıl edip Can'ın odasına koşup onu kapıp 5 saniyede de merdivenleri üçer dörder inerek bahçeye çıktım...
Hala deprem olduğunun farkında değildim ama evde ters giden bir şeylerin olduğunu sezmiştim...
Sonra Hakan geldi aklıma..Hala boşanmış olsak da biraraya geldiğimizde konuştukça o geceye ait tek güldüğümüz şey nasıl Hakan'ı bodrum katta bırakıp Can'la kendimi bahçeye attığımdır.... 😊😊
Her şey olup bittikten sonra Can'ı bahçede şezlonga oturttum, beklemesini söyledim ve tekrar içeri girip, bodrum kata inip herşeyden habersiz uyumaya devam eden Hakan'ı uyandırdım....
Şimdi üçümüz de bahçedeydik... Yan komşumuz Gül ve Ali de dışarı çıkmışlardı... Diğer komşular da... Karşıdaki Oyak sitesinde de galiba çoğu kişi dışarıdaydı, ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı....
Tüm elektrikler kesilmişti...Havanın aydınlanmasına yakın 1-2 saat önceki gökyüzünden eser kalmamıştı. Kayıp giden yıldızlar dünyadaki son görevlerini yapmış gibi bize selam çakmış ve şimdi bizden çok uzakta bir yerlere gitmişlerdi.
Ankara'da küçük bir deprem geçirdiğimize kanaat getirdik...Dürüst konuşmak gerekirse sabaha karşı 4 e doğru sokakta artık işin gırgırındaydık...Nereden bilgi alacağımızı bilemediğimiz için kendimizle dalga geçmeye başladık.. Ben incecik bir gecelikle sokak ortasındaydım... Önce ona gülüştük... Gül'ün tüylü terliklerini hiç unutmuyorum...
"Ne yapayım terliklerimi bulamadım... Balayında giydiğim tüylü terlikleri dolapta buldum onları giyip çıkmışım..." dedi...Ona güldük...
Nihayet ben içeri girip Can'ı yatağına yatırdım... Bu arada mahallenin erkekleri de arabanın radyosunun çalıştığını keşfetmişler... Ali'nin arabasında bütün komşu erkekleri gördüm hatta ona da gülüştük....
İlk haberler sabahın ilk ışıklarıyla radyoda yayınlanmaya başladı... Devamlı Yalova ismi geçiyordu.... Depremin şiddeti tam belli değildi ama büyük bir deprem yaşandığı ortadaydı....
Ben kendimi çok yorgun hissedip sabah beş buçuk gibi yattım, uyudum...
Sabah 9'da Ankara'da her şey daha bir normaldi... Elektrik gelmişti...Kayınpederimin ameliyatı için hemen giyindik çıktık ve hastaneye gittik...Hastane odasına girdiğimde odadaki televizyon açıktı ve Adapazarı'nda depremden bahsediyordu....
Bir an durduğum hatırlıyorum.....
"Adapazarı???.... E peki babamlar??? Yok canım....Ufak bir depremdi herhalde..." dedim... Sonra ilk görüntüler, kayıplar, yaşanan felaket, depremin şiddeti....
Kanımın hızlıca beynime doğru akışını hissettim....
Biz insanların acizliğini çok net bir şekilde gösteren görüntüler...Deprem bölgeleriyle hala irtibat kurulamadığından bahsediyordu televizyon....
Babama ulaşmam lazım diye düşündüm.... Koridora çıktım... O zaman ki mavi ağır Nokia cep telefonumla babamı aradım... Sonuç olumsuzdu....
Herşeye pratik çözüm bulabilen ben ne yapacağımı bir türlü kestiremiyordum...Gözlerim yuvalarında devamlı dönüyor ve düşünüyordum.... Tam o sırada kardeşim Altuğ aradı..."Abla ben sabaha karşı İstanbul'dan Adapazarı'na doğru yola çıktım... 5 saattir yoldayım... Maalesef tüm yollar tıkalı... Oraya varır varmaz seni arayacağım"... dedi...
Tüm gün televizyon seyrettiğimi hatırlıyorum... Düşüncelerim bomboş..... Bir afet felaketinin ne olduğunu ilk defa idrak eden biri olarak şaşkındım....
Galiba akşamüstü 5 gibi Altuğ aradı... "Burası felaket abla....Babamlar iyiler şarjım çok az hatlar açılır açılmaz seni babam arayacak..." dedi....
Bir film seyreder gibiydim.... Sabahki veranda kıkırdaşmalarımız aklıma geldi.... Tam o saniyelerde babamın yaşadıklarını hayal etmeye çalıştım....
Tüm gece başımın çatlarcasına ağrıdığını hatırlıyorum... Hiç bir haber yoktu....
Yattık....
Sabaha karşı 2 gibi telefonum çaldı....
Nihayet babamın sesini duydum... Her zamanki çözüm odaklı sakin mantıklı ve soğukkanlı babam....
Ben ona teselli edeceğime o beni ediyor....
" Evet kızım... Bir deprem yaşadık... Temele göçen evden sağ çıktık... Bize her türlü yardımı yapıyorlar, biz de uzandık Asuman'la (benim üvey anne) elele yıldızları seyrediyoruz...Bir daha ne zaman böyle bir şey yapacağız? Biz iyiyiz merak etmeyin....." dedi....
Ertesi gün bizim mahallede depreme yardım kamyonları yola çıkmaya hazır vaziyetteydi... Hakan "ben de gideceğim" dedi... Can çok küçük olduğu için biz evde kalmaya karar verdik....
Herkes hemen alışverişlerini yaptı yaklaşık 3 saat içinde bir kamyon eşya toplandı ve yola çıktılar....
Sonrası.... Hakan'ın bana anlattıkları..... Korkunç...
Çark Caddesi Adapazarı'nın en uzun ve en meşhur caddesi... Şehrin tam ortasından geçer...
Hakan Adapazarı'na vardığında beni aradı... "Çark Caddesi'ni bulamıyorum Ece!!! Tanıyamıyorum evleri ayırt edemiyorum hepsi yıkılmış...Babanlara döndüğümüz cadde nerede? "
Hiçbir zaman aklımdan çıkmayan sözleri ise... "Ece şehre girince havada ağır bir koku var.......Ölü kokusu Ece.... İyi ki gelmemişsin .. Apartmanların içine girerek canlı biri var mı diye bağırıyoruz...
Birbirine girmiş evler, caddeler, sokaklar,acı çeken insanlar, cesetler, birisine yardım edebilme umudu ile koşturan insanlar,
kargaşa... gürültü..."
Fay hattı denen şeyi çok sonra Adapazarı'na gittiğimde gözlerimle gördüm.... Sanki dev bir yeraltı ejderhası toprakları yara yara bazı yerlerden geçmiş bazı yerlerden geçmemişti... Bir sokakta bir bina çökmüş yanındaki 2 ev sapasağlam duruyor, tam çaprazında ev kalmamış ama onun yanındaki ev duruyor, yine diğer çaprazdaki ev sapasağlam ama onun sırasındaki 5 ev yok....
Babamların apartman.... Belki bir daha filmlerde göreceğim bir şekilde olduğu yerde, hiç kıpırdamadan temele çökmüş yani apartmanın sokak kapısından içeri girmek için iyice eğilmeniz hatta sürünmeniz gerekiyordu...
O binanın ve çoğu binaların müteahhiti babamdı... Babamlar burunları kanamadan bu apartmandan çıktılar ama hemen dibindeki 2 yan apartman tanınmayacak haldeydi... Yani komşularını bakkallarını, manavlarını, sevdikleri birçok arkadaşlarını 45 saniyede kaybettiler... Hepsi öldü....
Üstünden tam 19 yıl geçti..Unutmamamız gerekiyor.. Neyin mücadelesini veriyoruz?Seyredin videoyu...Doğa denen, dünya denen şey bizi yutmaya karar verdiğinde, bir doğal felakette birbirine sıkı sıkıya kenetlenen o videodaki muhteşem ülke biziz...
Kendisini zerre sevmem ammaaa doğru da söylemiş Nihat Doğan... "Benim koyunum bile farklı bakıyor"....
Bir küçük tohumdan kocaman bir çınar ağacının çıkması gibi, bu 45 saniyelik olay aslında bizim bütün geri kalan hayatımızı yeniden doğurmuş olmalıydı....
5 saat sürdü bu yazıyı yazmam...O yüzden 17 ağustosta baslayıp 18 ağustos sabahına anca yetiştirdim...
Hayat bu işte..Bir ana yol var ve onun çevresindeki tali yollar.
Günümüze dönelim.....Bütün gün falanlar ve filanlar.. Diyeceğim o ki; insanlar, teyzelerimiz veya halalarımız, kuzenler, kötü günleri çabuk unutuyorlar. Birbirimizi yiyip duruyoruz...Birbirimize kenetlendiğimiz acı günleri unutup komşumuza düşman oluyoruz...
Keşke hep"yarın ölecekmiş gibi yaşa"yabilsek...
Allahım.... Güzelim Türkiye'mizi her türlü felâketlerden koru yarabbim... Amin…
Bilkent'ten bölümden geç geldim eve..Yorgun ve çok açtım.. Kocaman bir salata yaptım..Hakan geldi.. Her zamanki gibi evin ön verandasında sofrayı kurduk.. Can 2 yaşında... Hava o kadar sıcak ki çok fazla oturamadık sofrada...
Bir ara Hakan'la elele gökyüzüne baktık... Hala o kadar net hatırlıyorum ki....Yıldızlarla kaplanan gökyüzü...Daha önce Ankara'da hiç bu kadar yıldızı bir arada görmemiştim....Hala aklımdadır o geceki gökyüzü... Görmeyen insana anlatılamayacak bir gökyüzüydü..... Sanırım o gün gökyüzü bize anlayamadığımız bir şeyler anlatmak istiyordu....
Ben biraz televizyon seyrettim.. Hakan ertesi sabah ameliyata girecek olan babasını düşünürken, üstelik pazartesi gününün verdiği iş yorgunluğuyla da çoktan televizyonun karşısında uyuklamaya başlamıştı... Can sıcaktan don atlet vaziyetlerinde, her zamanki gibi askerleri ile oynadı bir dışarı bir içeri girmekten yorgun düştü, "uykum geldi benim"dedi..
Sıcaktan bir türlü yukarı kata gidip uyumak istemiyordum ama ertesi sabah kayınpederime hastaneye ziyarete gideceğimiz için de sabah erken kalkacaktık...O yüzden Can'la birlikte gece saat 10 gibi Can'ın karyolasına ikimiz de sığıştık, her gece olduğu gibi kitap okuma faslına giriştik... Onun da benim de gözlerim kapanmaya başlayınca saat 11 gibi Can'ı yatırdım ve aşağı indim .... Hakan'ı uyandırdım.. "Hadi böyle koltukta iki büklüm uyuma.. Yukarı gel.." dedim, yatağa çağırdım.... İstemeye istemeye sıcaktan bunalmış vaziyette yattık....
Dalmışım.....
Bir ara Hakan'ın .."Ece ben uyuyamıyorum en alt kata iniyorum orası serindir..." dediğini duydum....
Sonra yine dalmışım....
Kilometrelerce uzaktayız depremin çıkış noktasından...
Oralarda sabaha karşı yaşanan akla hayale gelmeyecek panikler korkular ölümler acılar, Ankara'da bir evde yaşananlarla ne kadar kıyaslanabilir ki...
Sonradan öğrendik ki herşey sabaha karşı 3'de olmuş ve sadece 45 saniye sürmüş...
Beklenmedik bir yatak sallanması ve yine gece yarısı uyurken ummadığım korkunç bir kapı gıcırtısı ile uyandım...
Her yer karanlık...
Uykudan uyanınca aniden çözemediğim ve düşünemediğim bir şekilde sanki yatak odamızın kapısı duvardan ayrılıp tekrar yerine geliyordu...Tahtanın duvardan ayrılıp tekrar yerine gelme sesi...Hala kulaklarımda...
Yatakta o kadar sallandım ki...
Bu gibi durumlarda çok ani karar verebilen bir insanım ve galiba 30. saniyede kendimi yataktan kurtarmayı akıl edip Can'ın odasına koşup onu kapıp 5 saniyede de merdivenleri üçer dörder inerek bahçeye çıktım...
Hala deprem olduğunun farkında değildim ama evde ters giden bir şeylerin olduğunu sezmiştim...
Sonra Hakan geldi aklıma..Hala boşanmış olsak da biraraya geldiğimizde konuştukça o geceye ait tek güldüğümüz şey nasıl Hakan'ı bodrum katta bırakıp Can'la kendimi bahçeye attığımdır.... 😊😊
Her şey olup bittikten sonra Can'ı bahçede şezlonga oturttum, beklemesini söyledim ve tekrar içeri girip, bodrum kata inip herşeyden habersiz uyumaya devam eden Hakan'ı uyandırdım....
Şimdi üçümüz de bahçedeydik... Yan komşumuz Gül ve Ali de dışarı çıkmışlardı... Diğer komşular da... Karşıdaki Oyak sitesinde de galiba çoğu kişi dışarıdaydı, ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı....
Tüm elektrikler kesilmişti...Havanın aydınlanmasına yakın 1-2 saat önceki gökyüzünden eser kalmamıştı. Kayıp giden yıldızlar dünyadaki son görevlerini yapmış gibi bize selam çakmış ve şimdi bizden çok uzakta bir yerlere gitmişlerdi.
Ankara'da küçük bir deprem geçirdiğimize kanaat getirdik...Dürüst konuşmak gerekirse sabaha karşı 4 e doğru sokakta artık işin gırgırındaydık...Nereden bilgi alacağımızı bilemediğimiz için kendimizle dalga geçmeye başladık.. Ben incecik bir gecelikle sokak ortasındaydım... Önce ona gülüştük... Gül'ün tüylü terliklerini hiç unutmuyorum...
"Ne yapayım terliklerimi bulamadım... Balayında giydiğim tüylü terlikleri dolapta buldum onları giyip çıkmışım..." dedi...Ona güldük...
Nihayet ben içeri girip Can'ı yatağına yatırdım... Bu arada mahallenin erkekleri de arabanın radyosunun çalıştığını keşfetmişler... Ali'nin arabasında bütün komşu erkekleri gördüm hatta ona da gülüştük....
İlk haberler sabahın ilk ışıklarıyla radyoda yayınlanmaya başladı... Devamlı Yalova ismi geçiyordu.... Depremin şiddeti tam belli değildi ama büyük bir deprem yaşandığı ortadaydı....
Ben kendimi çok yorgun hissedip sabah beş buçuk gibi yattım, uyudum...
Sabah 9'da Ankara'da her şey daha bir normaldi... Elektrik gelmişti...Kayınpederimin ameliyatı için hemen giyindik çıktık ve hastaneye gittik...Hastane odasına girdiğimde odadaki televizyon açıktı ve Adapazarı'nda depremden bahsediyordu....
Bir an durduğum hatırlıyorum.....
"Adapazarı???.... E peki babamlar??? Yok canım....Ufak bir depremdi herhalde..." dedim... Sonra ilk görüntüler, kayıplar, yaşanan felaket, depremin şiddeti....
Kanımın hızlıca beynime doğru akışını hissettim....
Biz insanların acizliğini çok net bir şekilde gösteren görüntüler...Deprem bölgeleriyle hala irtibat kurulamadığından bahsediyordu televizyon....
Babama ulaşmam lazım diye düşündüm.... Koridora çıktım... O zaman ki mavi ağır Nokia cep telefonumla babamı aradım... Sonuç olumsuzdu....
Herşeye pratik çözüm bulabilen ben ne yapacağımı bir türlü kestiremiyordum...Gözlerim yuvalarında devamlı dönüyor ve düşünüyordum.... Tam o sırada kardeşim Altuğ aradı..."Abla ben sabaha karşı İstanbul'dan Adapazarı'na doğru yola çıktım... 5 saattir yoldayım... Maalesef tüm yollar tıkalı... Oraya varır varmaz seni arayacağım"... dedi...
Tüm gün televizyon seyrettiğimi hatırlıyorum... Düşüncelerim bomboş..... Bir afet felaketinin ne olduğunu ilk defa idrak eden biri olarak şaşkındım....
Galiba akşamüstü 5 gibi Altuğ aradı... "Burası felaket abla....Babamlar iyiler şarjım çok az hatlar açılır açılmaz seni babam arayacak..." dedi....
Bir film seyreder gibiydim.... Sabahki veranda kıkırdaşmalarımız aklıma geldi.... Tam o saniyelerde babamın yaşadıklarını hayal etmeye çalıştım....
Tüm gece başımın çatlarcasına ağrıdığını hatırlıyorum... Hiç bir haber yoktu....
Yattık....
Sabaha karşı 2 gibi telefonum çaldı....
Nihayet babamın sesini duydum... Her zamanki çözüm odaklı sakin mantıklı ve soğukkanlı babam....
Ben ona teselli edeceğime o beni ediyor....
" Evet kızım... Bir deprem yaşadık... Temele göçen evden sağ çıktık... Bize her türlü yardımı yapıyorlar, biz de uzandık Asuman'la (benim üvey anne) elele yıldızları seyrediyoruz...Bir daha ne zaman böyle bir şey yapacağız? Biz iyiyiz merak etmeyin....." dedi....
Ertesi gün bizim mahallede depreme yardım kamyonları yola çıkmaya hazır vaziyetteydi... Hakan "ben de gideceğim" dedi... Can çok küçük olduğu için biz evde kalmaya karar verdik....
Herkes hemen alışverişlerini yaptı yaklaşık 3 saat içinde bir kamyon eşya toplandı ve yola çıktılar....
Sonrası.... Hakan'ın bana anlattıkları..... Korkunç...
Çark Caddesi Adapazarı'nın en uzun ve en meşhur caddesi... Şehrin tam ortasından geçer...
Hakan Adapazarı'na vardığında beni aradı... "Çark Caddesi'ni bulamıyorum Ece!!! Tanıyamıyorum evleri ayırt edemiyorum hepsi yıkılmış...Babanlara döndüğümüz cadde nerede? "
Hiçbir zaman aklımdan çıkmayan sözleri ise... "Ece şehre girince havada ağır bir koku var.......Ölü kokusu Ece.... İyi ki gelmemişsin .. Apartmanların içine girerek canlı biri var mı diye bağırıyoruz...
Birbirine girmiş evler, caddeler, sokaklar,acı çeken insanlar, cesetler, birisine yardım edebilme umudu ile koşturan insanlar,
kargaşa... gürültü..."
Fay hattı denen şeyi çok sonra Adapazarı'na gittiğimde gözlerimle gördüm.... Sanki dev bir yeraltı ejderhası toprakları yara yara bazı yerlerden geçmiş bazı yerlerden geçmemişti... Bir sokakta bir bina çökmüş yanındaki 2 ev sapasağlam duruyor, tam çaprazında ev kalmamış ama onun yanındaki ev duruyor, yine diğer çaprazdaki ev sapasağlam ama onun sırasındaki 5 ev yok....
Babamların apartman.... Belki bir daha filmlerde göreceğim bir şekilde olduğu yerde, hiç kıpırdamadan temele çökmüş yani apartmanın sokak kapısından içeri girmek için iyice eğilmeniz hatta sürünmeniz gerekiyordu...
O binanın ve çoğu binaların müteahhiti babamdı... Babamlar burunları kanamadan bu apartmandan çıktılar ama hemen dibindeki 2 yan apartman tanınmayacak haldeydi... Yani komşularını bakkallarını, manavlarını, sevdikleri birçok arkadaşlarını 45 saniyede kaybettiler... Hepsi öldü....
Üstünden tam 19 yıl geçti..Unutmamamız gerekiyor.. Neyin mücadelesini veriyoruz?Seyredin videoyu...Doğa denen, dünya denen şey bizi yutmaya karar verdiğinde, bir doğal felakette birbirine sıkı sıkıya kenetlenen o videodaki muhteşem ülke biziz...
Kendisini zerre sevmem ammaaa doğru da söylemiş Nihat Doğan... "Benim koyunum bile farklı bakıyor"....
Bir küçük tohumdan kocaman bir çınar ağacının çıkması gibi, bu 45 saniyelik olay aslında bizim bütün geri kalan hayatımızı yeniden doğurmuş olmalıydı....
5 saat sürdü bu yazıyı yazmam...O yüzden 17 ağustosta baslayıp 18 ağustos sabahına anca yetiştirdim...
Hayat bu işte..Bir ana yol var ve onun çevresindeki tali yollar.
Günümüze dönelim.....Bütün gün falanlar ve filanlar.. Diyeceğim o ki; insanlar, teyzelerimiz veya halalarımız, kuzenler, kötü günleri çabuk unutuyorlar. Birbirimizi yiyip duruyoruz...Birbirimize kenetlendiğimiz acı günleri unutup komşumuza düşman oluyoruz...
Keşke hep"yarın ölecekmiş gibi yaşa"yabilsek...
Allahım.... Güzelim Türkiye'mizi her türlü felâketlerden koru yarabbim... Amin…
Subscribe to:
Posts (Atom)